TIFLÎ

Süleyman Fâik Efendi’nin mecmuasına göre Tıflî Kocamustafapaşa’da otururdu. Bâzı kaynaklar onun İstanbul doğumlu, bâzıları ise Trabzonlu olduğunu yazar. Merhum Abdülbâkî Gölpınarlı’nın Melâmîlik ve Melâmîler adlı eserinden şunları öğreniyoruz: Şeyhî ve Safâî gibi ünlü şâirler, ikinci devre melâmîlerden olan Tıflî Ahmed Çelebî’yi şâirlik, hattatlık ve bilhassa meddahlıktaki ustalıklarıyla övmektedirler. Aynı kişiler, Tıflî’nin Gümrük ve Evkaf’daki görevlerinden aldığı maaşla müreffeh bir hayat sürdüğünü bildirmektedirler. Hicrî 1070 (1659-1660)’de vefat ederek Silivrikapı’da Hamza Bâlî (yahut Hazret-i Bâlî) civarında gömülen Tıflî’nin vefatına dîvân şâiri Na’ilî (öl.1666) şu târih kıt’asını söylemiştir:
Tıflî kulunu eyleye ukbâda Hudâ
Maksûre-nişîn huldüne mağfûr-ı ebed
Târih-i vefâtını demiş mâder-i dehr
Gehvâre-i râhat ola Tıflî’ye lâhd. (1070)
Boyunun uzunluğu sebebiyle kendisine “Leylek Tıflî” denilen Ahmed Çelebi, çok zekî, becerikli ve bilgili bir insanmış. Kocamustafapaşa’da yaşamış olanlar arasında onu anmam üç sebepledir: 1) Bu semtten olduğu söylentisi; 2) Mezarının Silivrikapı’da olması; 3) Bu semt insanının espri gücü, çelebiliği, olgunluğu ve hazırcevaplığında sanki Tıflî’nin yaşıyor olması. Bura sâkinleri âdetâ onun taklitleri gibiydiler. Atadan-dededen gelen bu haslet sanki hepsinde vardı. Yokluk içinde de olsa gülen, şakalaşan, espri yapan ve şükreden bu semt insanını gördükten sonra fikrimde bu alâka uyandı.
Melâmiliğin; tasavvufî bir meşrep, tevâzu’ içinde yaşayış âdab ve erkânı, seyr ü sülûke dâir belli kurallar, halvet ve uzlet içinde bir hayat tarzı olduğu, sûfîlere özgü giysilere, tekke ve dergâhlara karşı bir tepki olarak doğduğu, tarikatlere ilişkin biçim ve kuralları reddettiği bilinir. İkinci dönem melâmilere, melâmetîlikten yola çıkan Akşemsed-dîn’in zikir törenine katılmayan Dede Sikkînî örnektir. Yapılan törenlere katılmamakta ısrar eden Dede’ye, verilmiş olan tâc ve hırkasının elinden alınacağı bildirilince, Dede Sikkînî, istenenleri vereceğini söyleyerek Akşemseddin’i bir Cuma günü evine dâvet eder. Cuma namazından sonra evin bahçesine çıktıklarında tâc ve hırkasını ateşe verip, “Buyrun, ateşe girelim, kerâmet tâc ve hırkadaysa biz yanarız onlar kalır, değilse onlar yanar biz kalırız..” der ve ateşin içine girer. Yanan eşyaların yanında ateş ona zarar vermez, sapasağlam çıkar. Bu olaydan sonra kendisi ve müridleri bir daha tâc ve hırka giymemişlerdir.
Melâmîliğin bu târifine ve bura halkının hayat felsefesine bakarak, bu semtte oturanların hepsi bu yolun mensûbuydu diyebilirim. O zaman olduğu gibi şimdilerde bile hâlâ, bu semtte oturanların hepsi aynı meşrep, aynı tevekkül ve şükür içindedirler. Masal söyleyip masal dinlemeye bayılır, hiç olmamış şeyleri ballandıra ballandıra anlatır, kendi anlat-tıkları masalı başkalarının ağzından dinlediklerinde o masala kendileri de inanırlar. Buna bir örnek “Ağaçkakan Çeşmesi” olayıdır. Cin görülür, peri görülür, bâzan evliyâ ile sohbet edilir.
Tıflî’nin Sansar Mustafa, Cevrî Çelebi, Letâifnâme, Tayyar-zâde, Hançerli Hanım gibi öykülerinde anlatılanlar, bu düşünceleri haklı çıkaracak şekilde cereyan etmiştir. Tıflî o kadar ileri gitmiştir ki,  pâdişah Dördüncü Murad’ı da masal-larının içine katmıştır. Hançerli Hanım hikâyesinin özeti şöyledir:
İstanbul’un sayılı zenginlerinden Halil Efendi, vefatına yakın, yakışıklı oğlu Süleyman’ı en yakın arkadaşına emanet eder. Oğluna göz kulak olmasını, kötü yollardan korumasını vasiyetle, kısa zaman sonra vefat eder. Cenaze için mezarlığa gidilir. İki gözü iki çeşme olan çocuk, cemâat dağıldıktan sonra babasının başucunda dua edeceğini bildirir. Üzgün delikanlı yalnız kaldığı esnada yanına üç kişi gelip onu teselli etmeğe çalışır. Babasının ne kadar cömert ve iyi bir insan olduğunu, yerinin ancak cennet olabileceğini, kendisini harap etmemesini, babasının büyük iyiliklerini gördüklerini, ne sıkıntısı olursa kendilerine söylemesini, hep yanında olduklarını, bundan böyle ona yalnızlık çektirmeyeceklerini söylerler. Niyetleri, zengin ve saf çocuğu baştan sömürmektir. Vefat eden velînimetlerine sağlığında hizmet veremedikleri için bundan sonra oğluna sahip çıkmanın onlar için vicdânî bir görev olduğunu da ekleyip, kendileriyle beraber gelmesini isterler. Süleyman, bu kadar inandırıcı konuşmalar karşısında inanıp adamların arkasından gider. Onu Topkapı civarında bir meyhâneye götürüp içirirler. Baba baskısı altında büyüyen genç, iltifatların ve içkinin tesiriyle bu sefih hayatın esiri olur. Adamlar onu kadınlarla tanıştırır, sonra da kumar illetine bulaştırırlar. Üzüntüsü hafiflesin diye başladığı bu hayat yüzünden delikanlı elinde-avucunda ne varsa sarfeder. Sonunda, elinde son kalan baba yâdigârı evini de yüzelli kuruşa satıp harcar. Satacak bir şeyi kalmayınca, kendisiyle hep beraber olup ona sahip çıkacaklarını bildiren üç kişi, delikanlıyı terkederler. Süleyman’ın emanet edildiği gerçek baba dostu onu bu durumda bulur, nasihat eder ve artık akıllandığını düşünüp ona bir de iş bulur.
Ancak, hâlâ akıllanmadığı gibi kötü tesadüfler de Süleyman’ın aleyhine çalışmaktadır. Bu sefih hayata alışmış, o çevreden dostlar edinmiştir. İşte bu sırada bu çok yakışıklı genç, Hançerli Hanım’la tanışır ve onunla büyük aşk yaşamağa başlar. Bir kötülükten kurtulmağa çalışırken bir başka kötünün pençesine düşmüş, bu zâlim kadının esîri olmuştur.
Süleyman bu dertlerle yaşarken, bir sebeble Tıflî de hikâyenin içine girer. Çocuğa yardım eder. Evvelâ uçurumun kenarına getirir, sonra kurtarır.. Böyle birkaç bâdireden sonra, nihayet başa gelen bir büyük belâda artık yapabileceği bir şey kalmadığından, ona daha büyük bir hâmi gerektiğini düşünerek, Pâdişâh’ı devreye sokar. Hançerli Hanım’ın, kördüğüm ettiği bu muammanın sonunda idamına karar verilirse de, Pâdişah onu affeder...
İyi bir girişle başlayan hikâye, çeşitli safhalardan sonra Tıflî’nin gönlünün istediği bir finalle, herkesi memnun edecek şekilde son bulur.
Refik Ahmet Sevengil Tıflî Ahmed Çelebi'nin iyi bir eğitim gördüğünü, çocukken bile Tıflî mahlâsıyla şiirler yazdığını, gerek anlattığı hikâye gerekse neş’esi ve esprileriyle vezir konaklarının aranan insanı olduğunu, hükümdârın hayatını manzum olarak anlatan Şehnâme’si ve dilden dile dolaşan hikâyeleri sebebiyle ünlenerek Sultan Dördüncü Murad’ın  nedimliğine yükseldiğini bildirir.
Sevengil, İstanbul Nasıl Eğleniyordu adlı eserinde, “Tıflî'nin anlattığı hikâyelerin bir bölümü bilinen şeylerdi. Fakat bunları öyle değiştirir, öyle çekici bir biçim ve renge sokar, üstelik de kendi başından geçmiş izlemini vererek anlatırdı ki, dinleyenler yepyeni, meraklı ve zevkli bir hikâye duyuyoruz sanırlardı. Tıflî, Kocamustafapaşa tarafında otururdu. Serbest ve kalenderce bir hayat yaşar, çağdaş şâirlerin birçoğuyla manzum şakalaşmalarda bulunurdu…” diyor.
Haftada bir gece, Tıflî, Nef’î, Cevrî gibi şâirler Dördüncü Murad’ın huzûruna gelip mârifetlerini gösterirler, şiirler okuyup taklitler yaparar, hikâye ve masal anlatarak Pâdişah’ı eğlendirirlermiş.
Sâkînâme denilen ve içki meclisini öven dîvânı 22 kaside 191 gazelden meydana gelmiştir ki, bu dîvânın British Museum’da bulunduğu Encyclopedie de l’Islam’da bildirilir.

No comments:

Post a Comment