ESNAF

Câminin Silivrikapı yönündeki kapısından çıkıp sola döndüğümüzde, tam köşede tekbaşına kalan ahşap binanın karşısında, Muharrem Amca’nın eski dükkânından aşağı doğru inerken sol köşede Uyku Dede’nin kabri vardı. Bu yatırın temizliğini çevre halkı yapardı. Son gittiğimde türbe kapısı açıktı ve içeride  bir kadın oturuyordu. Hergün Ümraniye’den geliyor, buranın temizliğini yapıyor, bırakılan bahşişlerle geçiniyormuş. Onu kimse türbedar falan tâyin etmemişti. Çevredeki inanışa göre Uyku Dede, uykusuz kimselere devâ idi. Türbesinden alınan toprak yastık altına konulduğunda uykusuzluk çekilmezdi.
Aşağı doğru yolun  devamında, birkaç sokağın istifade ettiği çeşme, onu geçince sağ kolda Yedişehitler Mezarı vardı. En baştaki kavuklu mezartaşına dilek tutup para yapıştı-rırdık. Güyâ, dileğimiz olacaksa para yapışırdı! Yahya Kemâl Bey’in:
“Âhıret öyle yakın  seyredilen manzarada,
  O kadar komşu ki dünyâya dıvar yok arada,
  Geçer insan bir adım atsa birinden birine,
  Kavuşur karşıda kaybettiği bir sevdiğine…”
dediği gibi, hiç çekinmez, korkmaz, bu yatırlarla âdetâ sohbet eder, onlardan dileklerde bulunurduk. Bâzı kimseler gece vakti gelirler, taşın kuytu bir köşesine mum yakarlardı.
Yola devam ettiğimizde bizim çayıra gelinirdi. Sünbül Efendi Câmii’nin Silivrikapı tarafındaki sağ kapısından çıkıldığında köşede bir kahve vardı. Sonra sırayla, yoğurtçu Âdil’in dükkânı, sokağın havasını kirleten kalaycı, onun komşusu da tarak atölyesi. Boynuzdan değişik biçimde boy-boy tarak yaparlardı. Sonradan atelyelerini Mahmutpaşa’ya taşıdılar. Dükkân sahibinin yaşıtlarım olan oğulları Ragıp ve yeğeni Turgut arkadaşlarımdı. Boynuzlar koktuğu için dükkândan içeri adımımı atmazdım.
Onun yanındaki dükkân kömürcü’ydü. O devrin en geçerli işiydi kömürcülük. Bu adamcağız hakkında çok dedikodu vardı. Akşamdan kömürü ıslatıp ağır çekmesini sağlarmış, böylece açıktan para kazanırmış. Yahut; kömür tozlarını ıslatıp kömüre karıştırıırmış… Terâzisi eksik tartarmış gibi… Kimse çuvalla kömür alamaz, hâli-vakti yerinde olanlar bile on kilo, onbeş kilo alırlardı.
İlkbahar ve sonbahardaki ısınma ihtiyacıyla beraber mangal üzerine konan sacayağında yemek pişirilir, çay demlenir, kahve yapılır, su ısıtılırdı. Ayrıca kömürün kenarına gömülen patatesler (bugün kumpir diye satılıyor) çok lezzetli olurdu. Küllerin bir marifeti de, poğaça yapılırken kabartma tozu gibi kullanılmasıydı. Soğuk günler veya üşütmeler için, mangalda kızdırılmış kiremitler beze sarılıp, yatağın ya da hastanın ayaklarının ısıtılmasında kullanılırdı.
Kömürcünün yanında, semt sâkinlerinin Beyaz Bakkal dedikleri tuhafiyeci Mehmet’in dükkânı vardı. Burada iğneden ipliğe herşey mevcuttu. Mehmet hepsinin yerlerini ezbere bilirdi. Bayram arifelerinde yardımına giderdim. O küçücük dükkâna yirmi-yirmibeş kişi nasıl sığardı? Daha konfeksiyon sanâyii  olmadığından, herkes elbiselerini kendi dikip düzelt-mek, tâmirlerini yapmak zorundaydı. Bu yüzden de bu dükkân pek revaçtaydı. Beyaz Bakkal’ın yanında manav, daha sonra da turşucu vardı.
Bu dükkân hâlâ gözümün önündedir. Tam köşedeydi. İçeri girildiğinde bir tezgâh, onun arkasında da kapısı her zaman açık duran, içeride koca koca fıçıların göründüğü deposu vardı. Bu fıçılar o kadar eskiymiş ki, parmağınla itersen delinirmiş. Onun için de turşular çok lezzetli olurmuş… İştahsız bir çocuk olduğumdan, burası en çok ziyaret ettiğim yerlerdendi. Bayram günleri topladığım harçlıkların büyük kısmını burada harcardım. Midemin arızalanmasına biraz da bu turşu suları sebep olmuştur. İyi ki içmişim… Şimdi tansiyon yüzünden, turşucuların önünde kavanozları seyretmekle yetiniyorum.
Turşucunun tam karşısında bir çeşme, arkasında da semtimizin şimdilerde süpermarket dedikleri Şirket Bakkal vardı. Mahalle bakkallarında bulunmayan herşey orada bulunurdu. Veresiye vermediklerinden, ancak peşin alış-verişler için oraya  giderdik.
Turşucunun sırasında ayakkabıcı Sâim Âbi, sonra berber Mustafa Âbi’nin dükkânı vardı. Oğlu Kenan sınıf arkadaşımdı. O da baba mesleğini seçti, sonradan dükkânı kapandı. Duyduğuma göre Havaalanı’nda çalışıyormuş.
O dükkânla birlikte hep şu fıkrayı hatırlarım: Adamın biri,  bir köy berberine sakal tıraşı olmağa gitmiş, koltuğa oturmuş. Berber önlüğü örttükten sonra ıslatıp sabunlamak için tıraş fırçasının üstüne tükürünce müşteri yerinden fırlamış:
-Deli misin be adam? Şimdi sen bunu benim yüzüme mi süreceksin?..”
Berber gayet sâkin cevap vermiş:
            -Beyefendi, siz buranın yabancısı olduğunuz için özel muamele yapıyoruz. Bizim köyden biri olsaydınız, önce yüzünüze tükürür, sonra sabunu sürerdik
Mustafa Âbi’ye, benden evvelki müşterinin yüzünü sabunladığı fırçayı yıkamadan benim yüzüme sürdü diye darılmış, bir daha dükkânına uğramamıştım.
Oraya bitişik şekerci dükkânı hâfızamda pek yer etmemiş. Şekerciyi geçince bir lokanta, sonra otobüs durağı ve Sünbülefendi Külliyesi’nin giriş kapısına bitişik ağaçlıklı bir kahve vardı…
Şimdi bütün bu dükkânlar yıkıldı. Kimsenin, acaba buralarda önceleri  kimler varmış, ne iş yaparlarmış diye merak ettiklerini sanmıyorum ama, o insanlar bu semtin kişiliğini tamamlayan unsurlar olduğundan, onları anmak istiyorum. Pek çoğunu unutmadığım bu insanları bir-iki sayfalık yerle hatırlatmağa çalışmak, bana, vefa borcu gibi geliyor.
“Şirket Bakkal”ın tam karşısındaki Berber Amca’yı anmadan geçemem. Tıraş ücreti yirmi kuruştu. Başka berberler elli kuruşa tıraş yaparken o tek  kuruş fazla almazdı. Hiç konuşmadan işini bitirir, memnun olup da yirmibeş kuruş vermeğe kalktığınızda kat’iyyen kabul etmez, para üstünü ısrarla bırakıp dükkândan çıkanların peşlerinden koşar, fazlayı iade eder, adama yetişemiyeceğini anlarsa, parayı fırlatıp atardı!..
Hadi şimdi bana bu Berber Amca’nın bir örneğini bulup gösterin bakalım! “Benim hakkım budur, fazlası haramdır..” diyen bir insan arıyorum. Bir zamanlar böyle insanların var olduğu, onlarla beraber yaşadığımız gerçeği anlatılmaz mı?
Ticaret ve esnaflık tamamen güvene dayanırdı. Ortalıkta para yerine dolaşan senetler-çekler yoktu. Herkes bütçesine göre borçlanır, alacaklısına söyler ve dediği gün borcunu öderdi. Çünkü aksine hareket ayıptı, utanç vericiydi. Böyle bir damga yiyenler bir daha hiçbir yerden borç ya da veresiye alamazlardı.
Bakkaldan alışveriş veresiye defteriyle yapılırdı. Esnaf, sizin elinizdeki deftere yazdığını ayrıca kendi defterine de yazar, ay sonunda yekûn çıkarır, karşılıklı mutabakla borç kapatılırdı. Söz “nâmus”tu. Kendiliğinden bir oto-kontrol sistemi kurulmuştu. Mahalle bakkalı, veresiye alanın ne kazandığını, kaç nüfusa baktığını, kirasının ne olduğunu bilir ve onun kaldırabileceği limitte kredi kullandırırdı. Onun için de herkes, ayağını yorganına göre uzatırdı.
Bakkal da toptancısından aynı şekilde, ödeme yapacağı günü söyleyerek malı alır ve borcunu mutlaka öderdi. Fiyatlar her yerde aynıydı, öyle gün ortasında başka, akşam başka fiyat yoktu. Etiketler aylarca, hattâ yıllarca fiyatlar sabit kalırdı .
Anadolu’nun çeşitli yerlerinden ve Trakya’dan gelen insanlar değişik meslekleri paylaşmışlardı. Meselâ Çorum’dan İstanbul’a gelmiş biri leblebiciliğe başlamışsa, şehre yeni gelen yakınlarına bu işi öğretir ve hemen ona bir dükkân açarlardı. Bu zincir, İstanbul’a gelenlerin mesleğini belirlerdi. Bağ-bahçe, sebze meyve işleri Arnavutlar’ın; helvacılık, şekercilik Kastamonulular’ın; zeytin, yağ, sabun ticareti Bursa ve Gemlik havâlisi insanlarının; yumurta, peynir tavuk yoğurt işi Trakyalılar’ın; kasaplık Erzincan ve ilçelerinden olanların mesleğiydi. El işleri, zanaat ve sanatkârlık Ermeniler’e, lokanta meyhane işletilmesi Rumlar’a, daha büyük çapta ticaret ve alışveriş ise Yahudiler’e ait işlerdi.
Her semtin belirli günlerde kurulan pazarları vardı ama, kendi bahçesinde yetişrdiği sebzelerle ve memleketinden getirdiği ürünlerle “kapıya servis” yapan bir esnaf grubu vardı. Bizim sokağa sabah erkenden  gelmeğe başlarlar, bir çocuk şarkısındaki, “Sütçü köşeyi döndü / Bütün lâmbalar söndü” sözlerini hatırlatırcasına sokağın başından çeşitli ses tonları ve makamlarıyla birer birer arz-ı endâm ederlerdi. Bunlar arasında en çok hatırımda kalan, posbıyıklı, kırmızı yanaklı, sarışın, iriyarı, gür sesli, temiz yüzlü Bayram Ağa’ydı. “Hadi more, taze taze patılcan, şimdi kopardım baçeden. Çiçeği burnunda biber, domates, hıyar var!..” diye bağırarak açılışı yapardı. Beygirinin iki yanına astığı sepetlerde mevsim sebzeleri bulunurdu. Tepebağ tarafında bir yerde kendi bostanı vardı . Domatesler, salatalıklar mis gibi kokardı. Öğleye kadar satış yapar, sonra eşi ve çocuklarıyla bahçelerini sular, çapa yapar, yeni sebzeler dikerdi. Erken saatte mahalleden ilk o geçerdi. Sera sebzeciliği bilin-miyordu. Sebze-meyve türlerinin satılmağa başlaması  yaz veya kış mevsiminin geldiğini gösterirdi. Yani, sebze-meyve satıcıları bir çeşit mevsim takvimi gibiydi.
-Sırık domatesi gördüm pazarda, demek ki yaz geldi.
-Kız, incir, nar çıkmış, kış geldi demektir!..
Bayram Ağa “günahtır” diye terazi taşımaz, el terâzi göz mîzan, kaç domates kaç salatalığın bir kilo ettiğini bilir, hiç de noksan vermezdi. Ayrıca müşterisinden mutlaka helâllik alırdı. Eksik verdiğini iddia edenlere, tam verdiğinden emin olmakla beraber, müşterinin gönlü olsun diye bir tane de fazladan verir, “Hadi more, bu da bizden cabası olsun..” derdi. Senelerdir aynı sokakta dolaşıp aynı işi yaptığından herkesi tanır, selâmlaşırdı. Çok kişi onun uğrayacağı sokakları bildiğinden, ahbaplara onun kanalıyla haber de gönderirdi: “Çarşamba gelemeyeceğim, hastamız var..” ya da,  “..filancanın çocuğu oldu” gibi...
Bayram Ağa’nın gür sesi vardı iyi bağırırdı ama, hastası olan, aile reisi gece çalışan veya uyarıldığı evlerin önünde susar, camlara bakarak çağırılmayı beklerdi. Bu konuda yalnız Bayram Ağa değil, bütün esnaf hassastı. Şimdiki gibi arabaya ampli takıp avazı çıktığı kadar yırtınma saygısızlığı yoktu.
Bayram Ağa çok da cömertti. İsteyene veresiye verir, yoksullardan para almazdı. Alacağı için de hiç kimsenin kapısını çalmaz, o ailenin parası olduğunda borcunu ödeyeceğini bilirdi. Okuma-yazması yoktu, dolayısiyle veresiye defteri de yoktu. Herkes kendi hesabını kendi takip ederdi.
Bayram Amca sokağın sonunu dönerken, sanki arala-rında anlaşmışlar da onun gitmesini bekliyormuş gibi ekmek arabasıyla Kâmil Amca sokağa girerdi. Tek atın çektiği, kapısı tek tarafa açılan, içerisi çinko kaplı kapalı kasa arabayla “somun” dediğimiz yuvarlak taze ekmekleri getirirdi. Onları kimseye ellettirmez, dağıtımı kendi elleriyle yapardı . Arabasının kapısını açtığında, sanki fırının önünde geçiyormuşsunuz gibi taze ekmek kokusunu duyardınız. Bizler ekmeği fırından ya da bakkaldan değil, her zaman Kâmil Amca’dan alırdık. Duydunuz mu bilmem ama, ekmekçilik diye bir meslek vardı.
Herkes ihtiyacı kadar ekmek alırdı, ne bir eksik, ne bir fazla. Çünkü ekmek “nimet”ti.. “nân-ı azîz”di.. atılamazdı, israfı günahtı. Ekmeğe hürmet etmeyen çarpılır, sonra onun bir lokmasına bile muhtaç olurdu. Ekmek üzerine söylenmiş bir sürü atasözü vardı. Becerikli ve çalışkan insan, “ekmeğini taştan çıkarır”; tembeller, “ekmek elden su gölden” diye tarif edilir, birine nasihat ederken, “bir lokma ekmeği çok görme”; birine beddua edilirken, “yediğin ekmek haram olsun” denirdi. Ekmeğin mübârekliğini anlatan şöyle bir kıssa vardı:
Ermişin biri dervişiyle dolaşırken, yolda ekmek parçaları gördüğünde onları yerden alıp yermiş. Birgün, sığır pisliğine düşmüş bir parça ekmek görüp yerden almış, tiksinmiş olacak ki, bir kenara koymak isterken dervişi elinden ekmeği alıp yemiş. Bunun üzerine ermiş, dervişine şöyle demiş:
-“Senin merteben benimkini aştı, bundan böyle sen benim önümde yürüyeceksin…”
Arkadaşım Kemâller hergün dört ekmek alırlardı. Arada bir-iki ekmek eksik veya fazla alırlarsa Kâmil Amca hemen sorardı:
-“Evde hasta mı var?.. Çocuklar bir yere mi gitti?..” Yahut; “..memleketten misafir mi geldi?...”
Yemeğe misafir geleceği zaman yanlış hesap edilip aşırı ekmek alınmışsa, bayatlayıp ziyan olmasın diye komşulara “ekmek ihtiyaçları olup olmadığı” sorulur ve ekmek aslâ çöpe atılmazdı. Sofradan artan ekmekler biriktirilir, kapı kapı dolaşan fakirlere verilirdi. Şimdi birkaç ekmek parası tutarında parayı sadaka diye verdiğimizde suratlarını asan zamâne dilencilerini gördükçe, iki dilim ekmeğe bir sürü dua eden o kanaatkâr insanların şükretmesini, gözütokluğunu saygıyla anıyorum. Ekmek sadaka edildikten sonra bir çeşit imece gibi komşulara seslenilir:
-“Bu garibin nasibine biz vesile kılındık. Sonra gelecek olan da sizden nasiplenir…” diye haber verilirdi.
Ekmekçiden sonra; omzundaki sırığın iki ucuna asılı, terâzi kefelerine benzer yuvarlak tahta kasnaklı tablalara konmuş tepsiler içinde, üstü parmak kalınlığında kaymak tutmuş Silivri yoğurdu satan Cemil Âbi, sırasını savmak üzere sokağa girerdi. El terâzisi, dirhemler, sizin verdiğiniz yoğurt kabının darası için kullandığı taşlar, yoğurt kepçesi, taşıdığı malzeme arasındaydı. Tepsilerin üstünü örten tahta kapaktan başka, yoğurdu tozdan korumak için bembeyaz örtüler örterdi. Önce kabın darasını alır, kapağı açar, enli ve düz bir kürek-kepçeyle yoğurdu kabınıza aktarırdı. Çoğu zaman taze yumurta da getirirdi ki, bu yumurtaların sarısı, hastalıktan korunup güçlü olmamız için bizlere çiğ çiğ içirilirdi.
Cemil Âbi’den sonra diğerleri, sanki Cumhuriyet Bayramı’nda geçen esnaf temsilcileri gibi sırayla sokağa girerlerdi. Ellerinde güğümlerle zeytinyağcılar, peşine bir sürü kedi takılmış ciğerciler, turşucu, leblebici, dondurmacı; bir de, kış aylarına doğru, evlere yukarıdan bakıp geviş getirerek ağır ağır yürüyen develerin iki tarafına astıkları ürünleriyle mangal kömürcüleri gelirdi. Bunlar bizim için ayrı bir merak konusuydu. Hangi oyuna dalarsak dalalım, bu resm-i geçidi mutlaka seyrederdik.
Nâne şekerciler vardı ki en iyi tanıdığımız Rıfat Âbi’ydi. Yoğurtçu Cemil Âbi gibi genç olduğundan ona da âbi diyorduk. Kendisini farklı bulmamız, bizlere gösterdiği ilgi yanında, rengârenk kâğıtlara sarılı şekerleri yüzündendi. Sonra, arka sokağımızda oturan Birsen Abla’yla evlenip eniştemiz olmuştu. Onların hikâyesini ayrıca anlatacağım…
Bize yakın iki bakkal vardı. Silivrikapı’daki Kıyıcı Bakkal’dan defterle alışveriş yapardık. Öteki bakkal, şimdi otobüslerin kalktığı Hamam Meydanı’na bakan köşede peşin alışveriş yaptığımız Muharrem Amca’ydı. O zamanlar herhalde yetmiş yaşında filandı. Bize göre bu dükkân, eski zaman resimlerini gördüğümüz bakkal dükkânlarının son örneğiydi. İçeri girince göze ilk çarpan, büyük kavanozlardaki rengârenk akîde şekerleriydi. Beni ne zaman oraya birşey almak için gönderseler, alacağım şeyin önemine bakmadan kavanozun kapağını açar, şeker ikram ederdi. Grup hâlinde gidip birşey almasak bile Muharrem Amca ikramdan geri durmazdı. Lâkin arsızlığa  tahammülü yoktu. “Amca bir şeker versene..” diyene vermez, onu mimler, o arsızın şeker nasibi kesilirdi!
Birgün, tahta kepenkli dükkânını kapalı gördük. Hastaymış. İyileşip dükkânı açacak diye çok bekledik ama, ne yazık ki onu bir daha göremedik. Dükkânını açan da olmadı. Bu gönül adamının mekânı kimseye devredilmedi ve yıllarca kapalı kaldı. Bizler arasıra tahta kepenklerin aralıklarından içeri bakar, Muharrem Amca’yı bekleyen şeker kavanozlarını seyrederdik.
Eski Kocamustafapaşa esnafından hatırladığım diğerleri: 
Câmi kapısının tam ağzında, mevsim balıklarını satan Hüseyin Amca vardı. Oğulları Özcan ve büyük oğlu Turan Davutpaşa Ortaokulu’ndan sınıf arkadaşlarımdı. Özcan okumayı bırakıp babasının işine aynı yerde devam etti. Şimdilerde göremiyorum. Câmiye bitişik ilk dükkân, rahmetli aktris Neriman Köksal’ın üvey babası berber İdris Amca’ya aitti. Küçücük iskemlelerde oturup sıramızı beklerdik. Semtte çok berber vardı, çünkü bizler çok sık traş olurduk. İki haftayı geçer geçmez: “Oğlum!.. Berduş mu olacaksın, nedir bu ensenin hâli? Git hemen traş ol!...” diye evden ikaz gelirdi. O zamanlar en büyük lüksümüz buydu. İdris Usta’nın bir de kalfası vardı: Hayri Âbi… Almanya’da dikiş tutturamamış, kazandığı bütün parayı bira şişelerine yatırıp Almanlara iade etmiş ve dönüp gelmişti. Ağzı çok lâf yapardı. Sarhoş olunca daha dikkatliydi. Kendine ait bir dükkânı olmadı. Çalıştığı yeri bırakıp başka adrese gittiğinde bizim gibi müşterilerini de oraya transfer ederdi.
Berberin biraz ilerisinde, pek alışveriş etmedi-ğimiz bir bakkal, sonra da hamamın erkekler kısmı vardı. Bu tarafın kapısı ana caddeye, kadınlar tarafındaki meydana açılırdı. Gördüğüm ilk hamam, Lâleli’de otururken gittiğimiz Havuzlu Hamam’dı ama, pek birşey hatırlamıyorum, en fazla beş-altı yaşlarındaydım. Oradan taşınıp Davutpaşa’ya geldi-ğimizde, cadde üzerinde bugün de hâlâ duran hamama götürürlerdi beni. O sıralarda ilkokula yeni başlamıştım. Hamamı, sınıf arkadaşım Muallâ’nın annesi işletiyordu.
Birgün bu hamamda ben sınıf arkadaşıma “sivil” kıyafette yakalandım! İkimiz de şaşırmıştık. Oramı-buramı ellerimle örtmeğe çalışıyordum. Ertesi gün okula gitmedim. Bir gün sonra evdekiler: “Utanacak birşey yok evlâdım, buna ‘Âdembaba kıyafeti’ derler. Eskiden giyim-kuşam bilinmezdi, ilk insanlar incir yaprağıyla dolaşırlardı…” gibi sözlerle beni iknâ edip okula gönderdiler ama, sıra arkadaşım Muallâ’nın yanından başka sıraya taşındım. Uzun müddet, onunla karşılaşmamak için de sınıf içinde saklambaç oynadım.
Paşa’ya ilk taşındığımızda ben hâlâ kadınlar hamamına götürülecek yaştaydım. Hani otobüslerde ufak-tefek çocuklar için anneleri bilet almaz, “daha okula gitmiyor, çok küçük” filan derler ya. Ben de yaşımı göstermeyen ufak-tefekliğimle hamamcı teyzelerin gözlemlerinde, “büyümediğim” kanaat ya da müsâ-mahalarını kazanmış olarak, annem tarafından “artık erkekler bölümüne transfer olmam gerektiği” teşhisi konulana kadar kadınlar hamamına gittim. Ölçü neydi, nereye nasıl bakarlardı, onu bilemiyorum. Biraz daha büyüyünce, arkadaşlarım, “hâlâ annesiyle hamama gidiyor!” diye  beni birbirlerine gösterirler, alay ederlerdi.
Anneler, çocuk hamama gitmek istemeyip ayak diretince yapacak birşeyleri olmadığından, sadece aralarında konuşurken bize hak verirlerdi:
-Kendini büyüdüm zannediyor. Belki de doğrudur, biz hâlâ bebek muamelesi yapıyoruz.
-Geçen gün baktım, gözlerini dikmiş yan kurnada yıkanan tâzeyi gözetliyordu!...
-Natır kadın bana, “Aaaa hanım, bunun bıyıkları çıkmış!” demez mi?..
-Bana da, “babasını da getirseydin bâri!” dedi o densiz kadın...
-Kendisi yıkanacakmış, beni yanına sokmuyor!..
-Baksana, saçına-kıyafetine nasıl özen gösteriyor, ondaki süs babasında yok!..
-Eeee, bize göre çocuk ama, yaşı da yaklaştı. Eli kulağında, ergenliğe ulaşacak neredeyse...
-Sesi de çatallaştı, konuşurken sesi çift çıkıyor!...
-Dikkat ettim, güzelden anlıyor. Zevkli velet, babası gibi!..
-Geçen gün arkadaşlarıyla konuşurken duydum. Kadınları adlı adınca bir anlatışı var, kulaklarıma inanamadım. Neler biliyormuş meğerse!..  Artık o istese de ben götürmem…
-Çocuklar da haklı kardeş… Karıların, ‘hamama geldik nasıl olsa, kadın kadınayız’ diye sakındıkları yok ki! Bırak erkek çocuğu, insan çevredeki kadınlardan utanır, bu kadarı da olmaz ki…
Hamama gidilirken bohçaya temiz çamaşırlar, sabun, havlular ve hamam tası konurdu. Bembeyaz ve işlemeli bohçanın dört köşesi bir araya getirilerek düğüm atılır, başka bir bohçaya da, acıktığımızda yiyelim diye ikişer dilim ekmek, peynir, harâretimizi kessin diye de mevsimine göre portakal, mandalina, elma veya diğer meyvalar konurdu. Hep beraber yola çıkardık. Elimizde bohçayla çoluk-çocuk bizi görenler nereye gittiğimizi anlarlardı. Hele hamamdan dönerken (içerde kaç saat kalmışsak) kıpkırmızı yüzlerimizi görenler “nereden geldiğimizi” daha kolay bilir, karşılaştığımız kimselerden, “güle güle kirlenin…” temennileri alırdık.
Hamama girdiğimizde, çepeçevre kerevetler üzerinde bohça konmamış bir yer bulup orada soyunurduk. Bu hamam sefâlarının en sevmediğim yanı, okuldan, bizim sokaktan, veya mahalle ve akraba kızlarıyla hamamda çırılçıplak karşılaşmaktı. O zaman bütün neşem kaçar, kurulanma havlusuna sarılır, yerimden kalkamazdım. Sanki onlar aynı durumda değildi! Önceleri külotla dolaşmağa başlar, yıkanma esnasında onu da fora ettiğimizden Âdembaba kılığında kalır, sonra da “olanlar oldu” diyerek uzun süre sivil gezerdik.
Uzun süre; çünkü hazır sıcak su bulunmuşken kirli çamaşırlar da yıkanır, bize tekrar giydirilmezdi. Kurna başında ne de güzel oynardık. Balonlar yapar, birbirimize üfler, hamam tasını yüzdürürdük. Bir yandan da çevreyi kolaçan eder, sonra arkadaşlarımıza anlatmak için malzeme toplardık.
Kadınlar hamamındaki müşteriler arasında sık sık anlaşmazlık çıkardı. Oradaki zamanı renklendiren bu gibi olayları pür-dikkat izlerdik. Tartışmaların çoğu, arada paravan bulunmadığından öte kurnaya sıçrayan sular yüzünden olurdu:
-Hanım biraz yavaş ol, suyun bize sıçrıyor! Aaa, kaç kere söyledik, dikkatli olsana!
-Ediyorum ama, hâlâ sıçrıyorsa ben ne yapayım. Bana yıkanmayı mı öğreteceksin?
-Bilmiyorsun elbet ki öğretmeğe çalışıyoruz. Hamama temizlenmeğe geldik, senin sıçrayan sularınla kirlenmeğe değil!
-Bende hastalık mı var? N’âpalım sıçrıyorsa? İki tas dökersin akar gider. Çok titizsen söyle kocana sana özel hamam yaptırsın…
-Orası seni ilgilendirmez.. Biraz dikkatli olsan yeter…
-İyi de, senin döktüğün sular bize sıçramıyor mu sanki. Sesimizi çıkarmıyoruz?
-Hanım biz ilk defa gelmiyoruz hamama…
-Bizim ilk defa geldiğimizi kim söyledi sana? Natır’a sor bakalım, kimi daha çok tanıyor…
-Yıkanmandan belli, kimseye sormam gerekmez…
Bu münâkaşa yükselip-alçalan seslerle devam ederken, yan kurnada yıkananların veya natırların müdâhaleleriyle tatlıya bağlanırdı.
Hamamın yıkandığımız bölümüne gelene kadar, kendiliğinden kapanmaları için arkalarına ağırlıklar takılmış üç ayrı tahta kapıdan geçerdik. Kapılar kapanırken bu ağırlıkların kapıya çarparak çıkardıkları boğuk ses kubbede yankılanırdı.
Erkekler tarafı sessizdi, burada gürültü olmazdı. Herkes ayrı odalarda soyunur, anahtarını yanına alır, yıkanmağa girerdi. Babamla erkekler hamamına giderken evden sadece temiz çamaşır alarak çıkardık, havlu, tas, sabun taşımazdık. Hamama girerken belden aşağıya dolanmak üzere birer peştemal verirlerdi. İsteyeni “tellâk” yıkar, yıkanma bitip çıkacağımızı işaret ettiğimizde “çıkma” denilen kuru havluları getirirlerdi. Odalarımıza gelip bizleri kurularlar, âfiyet dilerler, birşey içip-içmeyeceğimizi sorarlardı.
Bayramların arifesinde hamamlar, yıkanacak-soyunacak yer bulunmaz derecede kalabalık olurdu. Eğer bu işi son güne bırakmışsak, çevredeki öbür hamamları dolaşmağa başlardık. Ama en güzeli bizim her zaman gittiğimiz hamamdı. Bir ara burayı Artin Abi’nin eniştesi işletiyordu, sonraları Artin Âbi’ye devretti. İkisi de vefat ettiler. Toprakları bol olsun.
Hamamda çalışanların hepsi de Sıvaslı, hattâ aynı köydendiler. Memleketten gelir gelmez soyunup işe başlarlar, sanki ancak memlekete dönüşlerinde giyinirlerdi! Ben onları hiç elbiseli görmedim. Biraz para kazanıp köye döneceklerine yakın, müşterilerini birbirlerine devrederlerdi.
Onları tanımak çok önemliydi. Kapıdan karşılayıp selâmlamağa başlarlardı: “Hoşgeldiniz, geçen hafta uğrama-dınız? Şu oda daha aydınlık, ona geçin isterseniz… Derhâl peştemâl getiriyorum… Takunyaların ayağınıza uyanını seçtim, kapının önüne bıraktım… Sabun ister misiniz?.. Size kuru havlu getirdim… Bir şey içecek misiniz? Çay çok taze… Kese olacaksanız tenbih edeyim…”
Hepsi de güleryüzlü bu insanlar bizi isimlerimizle tek tek tanır, arkadaşlarımızı bilirlerdi. Bu arada, bahşişi bol veren müşterilerin peştemâl ve havlu kalitesi de hemen değişirdi!
Biz her hafta gittiğimizden kese yaptırmaz, kendimiz yıkanırdık. Hamamın ortasında kocaman bir göbektaşı, duvar kenarlarında çepeçevre kurnalar vardı. Erkekler daha edepli korunurlardı. Kimse peştemâlsız dolaşmaz, aksine davranan olursa ikaz edilirdi. Seksen yaşını aşkın Muzaffer Saydam Ağabeyimiz’den dinlemiştim:
Babasıyla İstanbul’a ilk geldikleri zaman hamama gitmişler. Babası sıcaktan rahatsız olduğu için ona, “hadi sen gir, ben gelip yıkanıp hemen çıkacağım” demiş. Muzaffer Âbi içeri girip kurnaları görmüş, ilk defa hamama geldiğinden nasıl yıkanacağını bilememiş, kurnanın içine girerek musluğu açmış ama, bir türlü sığamıyor! Bir yandan da, “ben bile sığamıyorum, babam bunun içinde nasıl yıkanacak?..” diye düşünür dururmuş.  O böyle çabalarken, hamama yeni giren biri bu hâli görünce gülmüş ve hiçbir şey demeden karşı kurnaya geçip yıkanmağa başlamış. O zaman bizimki, kurnadan çıkması gerektiğini anlamış…
Yakın gelecekte “müze” gibi gezilecek bu yerlere giren yeni nesil de, hamamda nasıl yıkanıldığını herhâlde rehberlerden öğrenecektir.
Yıkandığımız yerin üç köşesinde, biri külhan denilen hamamın en sıcak odası, diğeri kesecilerin kullandığı özel oda, üçüncüsü nisbeten soğuk sayılan üç bölüm vardı. Nasrettin Hoca’nın, şarkı söylerken sesini beğenmiyen birine, “sen beni bir de hamamda dinle..” dediği gibi, kubbede yankılanan sesimiz bize güzel geldiği için, hamamın tenha olduğu günler bağıra bağıra şarkılar söylerdik.
Hamamda takunyasız dolaşılmazdı. Birgün, bunu bilmeyen birinin kayarak sırtüstü düştüğünü görmüştüm. Yerde kan gölcüğü oluştuydu. Adamın düştüğü an çıkan ses top gürlemesi gibiydi. Zavallıyı karga-tulumba hastaneye kaldırdılar...
Hamamı geçince hemen yanında, o sıranın son binası olup bir zamanlar askerlik şubesi diye kullanılan ev vardı. Bir aralar üzerine “satılık” levhası konulan bu iki katlı yapı, semtin son temsilcisi gibi ayakta durmağa çalışıyordu.
Berberle hamamın karşı sırasında, köşeden itibaren, Bakkal Hüseyin, sonra Muhterem Âbi’nin kahvesi, Berber Ömer, yanında Nalbur Mahmut Amca’nın dükkânı, onu geçince de fırın vardı.
O zamanki fırınlardan biraz bahsetmek isterim.
Güzel bir kadın tarif edilirken iki el birbirine yaklaştırılıp yuvarlak hâle getirilir, “..o kadar güzel ki, nah böyle ekmek gibi yusyuvarlak yüzü var!” diye anlatılırdı. Fırıncı Memik, “somun” denilen işte böyle yusyuvarlak ekmek çıkarırdı. Biz ekmeği oradan çok seyrek alırdık ama, annemizin yaptığı börek-çörekleri götürüp orada pişirttiğimiz için fırınla ilişkimiz olurdu. Tepsiyi verirken: “Çok tutma kurumasın, az tutma hamur olmasın” diye tenbih edilirdi. Fırına tepsi götürmeden evvel gider, “kaçta getirelim?” diye sorup öyle götürürdük. Tepsiler birbirine  benzediği için, fırından almağa giden de bakmadığından, yanlış tepsi getirildiği çok olurdu. Bâzan tepsideki böreğin bir köşesi koparılmış olurdu. Fırıncı amca özür diler, imrendiği için koparıp yediğini itiraf ederdi.
Fırının yanında bir eczâhâne, ondan sonra da bir hallaç dükkânı vardı. Hallaçlık o zamanın en geçerli meslek-lerindendi. Yataklar pamuk veya yünle dolu olduğundan, zaman zaman bu malzeme kuyularda yıkanıp kurutulur ve hallaç çağrılarak kabarttırılırdı.
                                         * * *

No comments:

Post a Comment