MEVSİMLER, ISINMA - AYDINLANMA

Pâdişahın biri günlerin biteviyeliğinden sıkılmış, her türlü eğlenceyi denemiş ve yeni oyun arayışına girmiş. Ağustos günlerinden birinin kızgın sıcağında, aklına şimdiye kadar hiç denemediği bir oyun gelmiş.  Çevresindekilere emir vermiş:
-Aklım çok değişik ve eğlenceli bir oyun geldi. Ben kışı özledim. Kış oyunu oynayacağız, tez hazırlıklar ikmâl edile!
Huzurdaki hazînedar, kalfalar, dalkavuklar ve saraydaki diğer görevliler başlamışlar çalışmağa. Sandıklar açılmış, en kıymetli kürkler çıkarılmış, mangallar ağızlarına kadar doldurulmuş, tandırlar yakılmış, camlar kapatılmış, örtülmüş. Bulundukları yer Ağustos sıcağında cehenneme dönmüş. Herkes kan ter içinde, renkler kızarmış, nefes alışlar zorlaşmış. Pâdişah, bulduğu oyuna katılanların hoş-landıkları düşüncesiyle fikirlerini istemiş. O sırada derinden bir ses duyulmuş. Pâdişah, “Biri izinsiz konuşuyor, kimdir bu?..” diye sorunca, dalkavuklardan biri olduğunu anlamış, ne dediğini sormuş :
-Allahıma şükrediyorum pâdişahım”...
-Niye şükrediyorsun?..
-Nasıl şükretmeyeyim. Ya bu oyun kış ortasında aklınıza gelip de, hadi yaz oyunu oynayalım diye bizleri çırılçıplak avluya çıkarsaydınız, havuza soksaydınız, ne yapardık?..”
Şimdilerde pâdişâhın keşfettiği oyun gerçekleşti. Kışları öyle sıcak günler görüyoruz ki, hani neredeyse denize gireceğiz. Yazları dolu yağdığına ben şâhit oldum. Eski kışları ve yazları karşılaştırıyorum da, mevsimler şimdikinden çok farklıydı. Kış kışlığını, yaz yazlığını yapardı. Kışın yağan kar, bugüne göre çok tenha olan şehirde fazla ezilmediğinden günlerce yerde kalır, saçaklardan bilek kalınlığında buzlar sarkardı. Kışı fazla hissetmemizin bir sebebi de, evlerin muhafazalı olmayışıydı. Şiddetli kış aylarında oda kapılarına battaniyeler çivilenir, sıcağın kaçması önlenirdi. Odaya girerken, câmi kapısından girer gibi, kilim veya battaniyeyi kenara çekmemiz gerekirdi.
Tabii kış giysileri de özeldi ve üstüste giyinirdik. Hastalanmak düşüncesi bile insanları telaşlandırırdı. Çünkü sağlık için harcayacak paramız yoktu. Ne Bağ-Kur vardı, ne de Sosyal Sigortalar Kurumu. Sadece devlet hastanelerinde muayene ve tedavi olabilirdik. Eski deyimle “Kasım’ın yüz olmasını” bekler, hergün kaçı olduğunu takvimlerden izlerdik. Büyüklerin devamlı söyledikleri sözler vardı: “Kasım yüz, gerisi düz” derlerdi. Kasım’ın yüzellisinde kışın bittiği başka bir tekerlemeyle anılırdı: “Kasım yüzelli, yaz belli!”. Soğuklar zaman zaman şiddetlendiğinde, babam, “..işte bu berdelacuz’dur (berdü’l-acûz = kocakarı soğuğu)” veya buna “sittîsevir” (sitte-i sevr = altı gün süren öküz fırtınası) derler. “Sittîsevir, kapıyı çevir”; “Mart kapıdan baktırır, kazma-kürek yaktırır..”, yahut: “Kork avrilin (Nisan’ın) beşinden, öküzü ayırır eşinden” gibi iklim bilgileri verirdi.
Odun ve kömür temini, kirazın çıktığı mevsimde yapılmalıydı. Hem daha ucuza mâlolur, hem de kışa kadar odunlar kururdu. Yakacak temininden sonra ikinci iş, sobayı ve boruları elden geçirmek, eskiyenleri değiştirmekti. Her semtte birkaç sobacı vardı. Bunlar yazları saçak, su oluğu tâmiri yaparlar, bir yandan da kış için soba borusu stoklarını arttırırlardı. Dükkânlarında, teneke levhaları yuvarlamak için iki demir silindirden oluşan kollu preslerini bir defa döndürüp, kıvrılmış dikiş yerlerini tahta çekiçle dövdük-lerinde boru hazır olurdu.
Soba kurmak başlıbaşına bir işti, tecrübe gerektirirdi. İyi soba kurma işi övünç vesilesiydi. Hem borudaki ısının odanın içinde yeterince dolaşması, hem de borunun belirli bir meyille sokağa verilmesi lâzımdı. Ayrıca boruların geçtikleri yerlere sıkıca bağlanması, ek yerlerinden ıslanmış kurum damlamaması sağlanmalıydı. Birçok aile reisi bu işi beceremediğinden, komşular ve akrabalar arasındaki şöhret olmuş kimselerden yardım istenir, zenginler evlerine sobacı çağırırlardı.
Sobalar yanmağa başladığında boruların ek yerlerinden damlama olmaması için, tehlike arzeden yerler tuzlu suya batırılmış bezle sarılırdı. Gene de akıyorsa, başka çare olmadığından, akıntının altına gelecek şekilde telle bağlanan teneke kutular imdâda yetişirdi. Bunlar evin içine takıldığı gibi, dirsek yerlerinden sokağa damlamasın diye borunun dış tarafına da takılırdı. Aksi hâlde, gelen-geçenin üzerine pis kokulu ve kolay çıkmayan o ıslak kurum damlaları düşerdi.
Kışın başlangıcı mangallarla karşılanırdı demiştik. Gündüzleri hareketli olduğumuzdan pek ihtiyaç duymasak da akşam üzerleri mangalı yakmak gerekirdi ve bu dönem sobalar kurulana kadar sürerdi. Kurulduktan sonra sobalarda önce kâğıt parçaları yakılır, boruların neresinden duman çıktığı böyle keşfedilirdi. Havanın değişik esmesine karşı tedbir olarak, borunun ucuna, rüzgâra göre yön değiştiren teneke şapkalar takılırdı.
Kar yağmasıyla birlikte, odun sıcaklığı yetmediği için “kok kömürü” yakardık. Ama bu kömürü temin etmek bir hayli müşküldü. Kok kömürü, herkesin evindeki oda adedi esas tutularak verilmiş ordinolarla alınırdı. Meselâ bizim istihkakımız yarım tondu ve bu miktar bize yetmezdi. Bereket versin ki, Nûriye Hanımteyze’nin ordinosu, evinde fazla oda bulun-ması yüzünden iki tonluktu,  ama kendisi tek odada oturduğundan, hakkının fazlasını bize devrederdi.
Kok kömürünü temin güçlüğünden daha yorucu olanı, kömürü alıp eve getirmekti. Öyle, “..alo, evlâdım gönder bana yarım ton kömür!” diye telefon edip adres vermekle kömür gelmezdi. Elinizdeki sıraya göre parasını iki ay önce yatıracaktınız, devamlı takip edecektiniz, çünkü, gününü geçirdiğiniz an sizin sıranız atlar, muhtemelen yaza doğru kömürü alabilirdiniz. Hiç almadınızsa kömür hakkınız yanar, bu ordinonun yenisi de verilmezdi. Bulunduğumuz semt Yedikule Tevzî Yeri’ne bağlı olduğundan, günü geldiğinde sabah çok erken sıraya girerdik. Kömürü küfe küfe tartıp doldururlardı. Aldatılmamak için başında beklemek, tozunu-toprağını doldurmaması için de hizmetlileri üç beş görmek gerekirdi. Gidilecek semte göre taşıma rayiçleri liste hâlinde yazılıydı ama, arabacılar edepsizlikle ille fark isterlerdi. Sonunda kömürü alır, arabacının yanına kurulur, bizim sokağa girişimiz âdetâ İstanbul’u fethetmiş kumandanlar gibi olurdu! Pencere-lerden kafalar uzanır, nasıl bir kömür aldığımız göz ucuyla incelenir, önünden geçtiğimiz evlerden tebrik ve temenniler yağardı:
-Güle güle yakın komşu!
-Geçmiş olsun…
-Allah yakmak nasip etsin…
-Darısı başımıza…
-İnşallah bu kış için yeter...
Kömür kapının önüne yıkıldıktan sonra, ellerimizde tenekeler ve kovalarla son bekleme yeri olan bahçedeki kömürlüğe taşırdık.
Babamın vefatından sonra, 1971-1972 yıllarında Kadıköy yakasında otururken, kızkardeşlerimin ferâgati ve verâset ilâmının ibrâzı sûretiyle, ben de kömür aldım!... Konuyu bu kadar teferruatlı anlatışım, şimdi kaloriferli evlerinde keyif çatan, ama geçmişte insanımızın “ısınmak uğruna” neler çektiklerini bilmeyen kimselerin, hâllerine şükretmeleri içindir.
Sobalar çok amaçlı kullanılırdı. Evi ısıtma işlevi dışında, yemek pişirir, banyo ve çamaşır yıkama için gerekli sıcak suyu hazırlardı. Sobanın üzerinde ekmek kızartılır, çay demlenir, ütü kızdırılırdı. Ateşi kor hâline gelince soba küreğiyle dışarı alınıp mangala doldurulur, böylece ısının oda içinde kalması temin edilir veya soba bulunmayan diğer odaların havası kırılırdı. Sobanın yanması, “aile ocağının tütmesi” demekti. Sıcacık bir ev, içindekileri mutlu eder,  çocukları sevindirirdi.
Soba yakmak, öyle kolay işlerden değildi. Odunları ustalıkla dizmek, önlerine “çıra” koymak, sonra kibriti çakarak bu ön malzemeyi tutuşturmak ve bu işleri yaptıktan sonra da sobanın bir daha  ellenmeden yanmasını sağlamak her babayiğidin harcı değildi. İyi soba yakanlara iltifat için, “..doğrusu çok güzel soba yakar, çingene totosu ellemiştir!..” derlerdi. Semt pazarlarında sırf çıra satanlar vardı. Belirli boylarda kesilmiş çıraları yuvarlak demet hâlinde ip veya telle bağlanmış olarak satarlardı.
Kış hazırlığı bu kadarla bitmezdi. Meselâ, bütün pencereler kâğıtlanırdı. Gel de anlatma!.. Kim ne anlayacak şimdi “pencere kâğıtlanırdı” sözünden?..
Gazete kâğıtları iki-üç parmak enli bantlar hâlinde kesilir, bir yüzlerine un ve suyla hazırlanmış bulamaç sürülerek pencere kenarlarındaki aralıklı yerlere yapıştırılır, böylece o aralıklardan soğuğun girmesi önlenirdi. Bu arada, cam kenarlarına oturmuşsanız, eski haberleri parça parça okurdunuz!... İlkbaharda kâğıtlar bıçakla yırtılıp kazınır, camlar açılırdı. Evlerimiz tek katlı olduğundan, camların silinmesi problem değildi. Dışarı çıkıp temizlerdik.
Kış hazırlığı kolay kolay bitmezdi. Damların elden geçirilir, kiremitler düzeltilirdi. Radyo anteni damdan ağaca veya bir direğe irtibatlı olup zaman zaman koptuğundan, tamir için sık sık dama çıkar, neredeyse bizler de kediler kadar dam üstünde gezinirdik!
Yazlıklar naftalinlenip kaldırılır, kışlık giyecekler sandıktan çıkarılır, üzerindeki kokular gitsin diye asılıp havalandırılırdı. Yaz boyu unuttuğumuz kışlık giysilerimizi görünce, sanki yeni alınmışlar gibi heyecanlanırdık.
İstanbul içinde yaşadığımız hâlde uzun süre elektriksiz evlerde oturduk.  Edison Amca icat ettiği elektrik ampulünü henüz bizim sokağa göndermemişti! Paramız olduğunda eve elektrik alacaktık. O güne kadar, komşularımız gibi biz de gaz lâmbasıyla oturduk.
Bu lâmbalar çeşitli boylarda numaralıydı. Meselâ biz “5 Numara” gaz lâmbası kullanırdık. Lâmbanın cam şişesini silmek, gaz ikmâli yapmak, fitillerin ucunu keserek düzgün yanmalarını sağlamak evde kız çocukların göreviydi. Gaz lâmbasının şişesini temizlemek başlıbaşına bir işti. Cama yapışmış isleri çıkarmak için şişeye el girmediğinden, kâğıt veya bir bez parçası tıkılır, “hoh”lanıp nemlendirildikten sonra, bir örgü şişi veya bir tahta parçasıyla bezler içeride “gıcır gıcır” diye sesler çıkarırcasına döndürülerek temizlenirdi.
Gaz lâmbalarının başka bir görevi de, tek kibrit tanesinin bile hesabını yapmağa mecbur aile reislerine “çakmak” olmasıydı. Sigara ağızda lâmba şişesinin üstüne âdetâ hürmetle eğilip nefes çekilerek yakılırdı. Bunun çok mahzurlu olduğu daha sonraları fark edildi ama, yıllar yılı büyüklerimiz bu zararlı yöntemi kullandılar.
Biz çocuklar için gaz lâmbası, “gölge oyunları” yaparak eğlenmemize imkân veren bir oyuncaktı aynı zamanda. Ellerimizi çeşitli şekillere sokarak lâmbayla duvar arasına tutar, oluşan gölgenin neye benzediğini birbirimize sorardık.
Akşam yemekleri havanın kararmasını beklemeden yenilirdi. Karanlık bastırınca da günün yorgunluğuna teslim olunur, yapılacak bir iş, vakit geçirecek eğlence de olmadığından yatıp uyunur, böylelikle yakacaktan da tasarruf edilirdi.
Bu fakir semtlerde kış mevsimi için herhangi bir erzak hazırlığı yapılamazdı. Kazanılan parayla ancak o haftalık veya o aylık yiyecek alınıp tüketilirdi. Zaten para da pek önemli değildi. Babam, “para tren ben istasyon” derdi. Gerçekten de pek az, akşamdan sabaha ancak dururdu elinde para. Maaşıyla, veresiye alışveriş ettiğimiz bakkalın hesabını kapatır, kirayı öder tıyg-teber şâh-ı levend kalırdı. Babamın bir tek fuzûli harcaması vardı: Millî Piyango bileti!.. O bileti ilk çıktığı günden beri alıyordu ama, tâlih yüzüne hiç gülmedi. Buna rağmen ölünceye kadar babacığım ümidini yitirmedi. Her çekiliş öncesinde, “üç kardeşin bir arada oturabileceği bir ev” hayâl ederdi (iyi ki çıkmamış; aramızda miras meselesi yokken birbi-rimize darılıyorduk, aynı binada otursaydık herhâlde kanlı-bıçaklı olurduk!). Ben hiçbir tâlih oyununa itibar etmedim. Babamın şans örneği hep aklımdaydı.
Babam evin kundura tamircisiydi. Âlet çantasında bir parça kösele, kunduracı bıçağı, örs, çekiç muhtelif boyda çiviler, kabaralar vardı. Kabara derinin ömrünü uzatırdı. Evde bütün ayakkabı pençelerini babam yapardı ve bâzan eğri çaktığı bir çivi yüzünden ayaklarımız kan içinde kalırdı. Memurdan ayakkabı tamircisi olur mu? Olursa işte bu kadar olur! Annem de evimizin terzisiydi. Kimse öğretmemişti ama, kendi kendine ve bir gözü görmediği hâlde bizlere çamaşır, babama gömlek, kızlara ve kendine entari dikerdi. Ölçmeden ve provasız yapardı üstelik. Dikiş kutusu içinde iğneleri, yama parçaları, düğmeler, bir de çorap yamarken kullandığı yumurta şeklindeki taş vardı. Çoraplarımızın topuk kısımla-rındaki delikleri onarmada annem fazla başarılı değildi, oralarda pot oluşur, ayakkabı içinde çorap ayağımızı vururdu.
                                         * * *

No comments:

Post a Comment