MUHTEREM ÂBİ

Refi’ Cevat Ulunay’ın Eski İstanbul Kabadayıları adlı kitabında bahsi geçen kabadayılardan Arap Abdullah, Çerkez Mehmet, Arnavut Hıfzı gibi, attığını vuran, vurduğunu deviren, iyilerin dostu kötülerin düşmanı babayiğit kişiler bizim semtte hâlâ vardı. O kitabı okuduğumda, tanıdığım bâzı insanlar gözlerimin önünden geçiyordu. Bu insanlar, o semtte aile içinde veya komşuluk ilişkilerinde meydana gelen, sonu kötü bitebilecek anlaşmazlıklarda hakem heyeti olur, taraflar arasına girip sorunu dinler, çözümü bildirirlerdi. Onların dediği “kanun”du. Kimse itiraz etmez, sonuca rıza gösterirdi.
Muhterem Âbi, tanıdığım son kabadayılardandı. Bir zamanlar o insanları anarken, bir gün bir kabadayıya özlemimi dile getireceğim hiç aklıma gelmezdi.  Muhterem Âbi’nin her yerde gözü kulağı vardı, her hâdiseden haberi olurdu. Kötü söylemez, can yakmaz, çok zaman hatâlı tarafa bir bakış fırlatır, ya da verilen selâmı kasden almayarak onu suçla-dığını hissettirir, dikkatli olması böyle ikaz ederdi. Olay halledilip taraflar anlaşıncaya kadar bu durum sürer, mağdur olan kişi gelip problemin bittiğini söylediğinde, haksızın üzerine gitmez, sadece verilen selâma mukabele ederek, çözüme olan tasvibini belli ederdi.
Dış görünüşünde çok sâkin olan Muhterem Abi’nin kızdığı an yanına kimse yaklaşmazdı. İri-yarı, yuvarlak yüzlü, yüz kilonun üzerinde, çok ender konuşan, ama konuştuğunda sesi gök gürültüsünü andıran bir insandı. Hiçbir şeyle ilgilenmiyormuş gibi görünürdü. Sünbül Efendi Câmii’nin Silivrikapı yönündeki kapısından çıkınca tam karşıda, Nalbur Mahmut ve Bakkal’ın arasında bulunan yerde kahve işletirdi. Orası, şimdiki deyimiyle semtin “yeşil hattı”ydı. Kimse yüksek sesle konuşmaz, itişip, kakışmaz, kavga edemezdi. Biraz sesini yükselterek konuşanlara ihtar gelirdi. İlk defa kahveye gelen bir arkadaşımıza tenbihimiz, “..aman sesini ayarla.. terbiyeli ol..” idi. Kahvesi imrenilecek temizlikteydi. Yerler, çaydanlıklar, bardak ve tabaklar pırıl pırıldı. Buna, çalıştırdığı personel ve kıyafetleri de dahildi. Her an herşeyi teftiş ederdi. Ocakçı ve garsonların önlükleri bembeyazdı.
Kanûnî Sultan Süleyman zamanında kahvenin İstanbul'a ilk gelişiyle (1543) birlikte, kahvehâneler hızla çoğalmağa başlamış. Zamanın şeyhülislâmı Ebussuûd Efendi’nin “Toplulukta, bu kadar kavrulmuş simsiyah bir nesnenin içilmesi bizleri hıristiyana benzetmektedir. Şeriata uygun değildir. Kahve getiren gemilerin batırılması gerekir!..” şeklindeki fetvâsına rağmen kahvehâne artışının önüne geçilememiş. Tahtakalede ilk açılan kahveleri müteakip muhtelif yerlerde havuzlu, fıskiyeli, çiçekli, halkın sohbet ettiği, hattâ müdâvimlerinden birinin kitap okuyup diğerlerinin dinlediği “kırâathâne”ler, kültür yerleri oluşmuş.
Herşey iyi başlar da sonradan bozulur. Zamanla buralarda da sohbetler azalmağa, iddialı oyunlar oynanmağa başlanmış. Ve zamanımızda kahvehâne, genellikle, her türlü kumarın oynandığı, duman solunan tenbelhâneler hâline gelmiştir.  Bununla da kalmamış, bâzı kahvehâneler esrar tekkesi ve mafya yuvaları olmuştur. Ebussuûd Efendi demek ki uzak görüşlüymüş diyeceğiz ama, onun itirazı sadece “kahvenin simsiyah kavrulmuş olması”naymış.
Muhterem Âbi’nin kahvehânesinde de kumar oynanırdı. Evli-barklı, çoluk-çocuk sahibi insanlar çalıştıkları yerlerden haftalık veya aylıklarını alıp buraya gelir oyuna başlarlardı. Bu iş, ceplerindeki paralar bitip borç alacak kimse kalmayıncaya kadar devam ederdi. Sinirler gerildiği, ümidin bittiği bu safhada, kaybeden, çatacak birini arar, karşısında oturup onu yenenlere çeşitli suçlamalar getirirdi. Ne kadar kızılırsa kızılsın, hattâ hîle yakalansın, bu kahvede kavga edilmezdi. Okka altına giden yutkunur, şansına küser, parasını ödeyip kalkar giderdi. İşin raconu buydu. Yok, olay tahammülü aşma derecesine gelmişse, yerinden kalkıp karşısın-dakinin kulağına eğilir, Hamam Meydanı’na gelmesini söyler, kozların paylaşılacağını bildirirdi. Hamam Meydanı kahveden yüz metre ileride bir alandı. Düelloya davet edilen hasım orada beklenirdi. Kahvedekiler çok zaman o hasmı tutar, Hamam Meydanı’na yollamaz, böylece çıkacak bir olayın önüne geçilir, uzlaşma sağlanırdı.
Mahallenin âsâyişi Muhterem Âbi’nin şöhreti ve koyduğu yasalardı. Hattâ semtimizindeki Çınar Karakolu bile bu sâyede rahat etmişti. Kahvehâne, müdâvimlerinin efendilikleri sebebiyle semtte haklı bir şöhrete sahipti. Birisi anlatılırken “Muhterem Âbi’nin kahvesine çıkar” demek, o kişinin aklı başında, zararsız, kendini bilen bir insan olduğunu gösteren bonservisti. Muhterem Âbi, kahvesinde kumar oynandığını bilir, ama oynayanları teşvik etmez, hâli-vakti olmayanlara bu işi yasaklardı. Semtteki bütün kahvelerde oyun oynanırdı, Muhterem Âbi de onun için müsamaha gösterirdi.
Yasalara gelince: Kahveye sarhoş gelinmezdi. Seyyar satıcı, hırsız, dolandırıcı gibi âdi suçlulara orası yasaktı. Üst-baş perişan olmayacak, temiz-pak gelinecekti. Kahvehâne dışındaki iskemlelerde oturanlar, değil lâf atmak, genç kızlara göz bile süzemezlerdi. Masalarda yemek yenilmez, sigaralar yere atılmaz, kül tablasında söndürülürdü. En geç saat 24’te oyunlar sona erer, kahvehâne terkedilirdi, çünkü yerler gececi işçiler tarafından sabunlu sularla yıkanacaktı. Kapanış süresi Ramazan’da sahura kadar uzatılırdı. Kahvede maç, at yarışları dinlenmezdi. Sandalye otururken arkaya doğru kaykılınmaz, çevrekilere ayıp lâf söylenmez, el şakası yapılmazdı.
İlk bakışta özgürlük kısıtlanması gibi görünse de, bizler durumdan memnunduk. Burası berduşlara, serserilere yasaktı. Muhterem Âbi birkaç kez hapishâneye girip çıkmış olduğundan insan sarrafı olmuştu, kötüyü barındırmazdı. Burada hırsızlık da olmazdı. Unuttuğumuz eşyayı, tekrar gittiğimizde alırdık. Kahveye herhangi bir şekilde gelmiş ve onun nazarında sakıncalı bir şahsın yanına ocaktan bir bardak çay alarak gider, çayı masaya bırakırken kimsenin işitemiyeceği bir sesle, “bu çayı kendisinin ısmarladığını, ama bir daha bu kahveye gelmemesini” fısıldardı. Adam bir daha kahveye giremez, içerden biriyle görüşecekse câmi kapısından haber gönderip çağırtır, öyle görüşürdü.
Bizler buradan hakikaten çok memnunduk. Çünkü diğer kahvelerde görülen toz-toprak, duman olmadığı gibi, her an bir hır çıkabilir endişe ve tedirginliği olmaz, Muhterem Âbi’nin koruması altında sayılırdık.
Bir akşam sinema dönüşü sekiz-on arkadaş konuşa-bağıra sokakta yürüyorduk. Çevre mevre umurumuzda değildi. Arkamızdan gök gürültüsü gibi bir ses duyduk: “Ayıp olmuyor mu çocuklar?.." Dönüp geriye bakmağa gerek yoktu. Meğer nişanlısıyla beraber arkamızdan geliyormuş. Bir anda dağıldık. Utancımızdab günlerce kahveye gidemedik, olayı unutmasını bekledik.
Hemen herkesi tanıdığından problemli insanı yanına çağırır, nasihat eder, ara bulur, bâzan maddî yardımlar da yapardı. Silâh taşımazdı, onun silâhı yumruklarıydı. Kendisi taşımazdı ama, çevresindeki adamlarından istediğinde, silâh ânında eline ulaşırdı. Kahvehânelerde zaman zaman arama yapılır, ama Muhterem Âbi hep “temiz “çıkardı.
Her semtte iki doktor, iki berber, kunduracı, kömürcü, bakkal, fırın olur da, “iki kabadayı” aslâ. Yeni yetme bıçkınlar ufak-tefek serserilikte terfi edince gözlerini Muhterem Âbi’nin yerine dikerlerdi. İlk önce küçükler Kırkpınar başaltı pehlivanları gibi aralarında kıyasıya dövüşüp güyâ kademe atlarlar, başa güreşmeğe kalktık-larında Muhterem Âbi’yle aşık atmağa yeltenirler, ama çoğu zaman silâha bile gerek olmadan yedikleri bir tokatla bu sevdadan vazgeçerlerdi.
Bunlar içinde en dişlisi Azmi olmuştu. Bir bayram sabahı sudan bahâneyle karşılaştıklarında, tabancayla saldıran Azmi’ye bıçakla mukabele etmiş, ama öldürücü bir vuruş olmamasına özen göstererek hasmını karnından yaralamış, ikisi de hastâneye kaldırılmışlardı. Taraflar şikâyetçi olmayınca az bir cezâyla hapisten çıkmışlar, Azmi semtten ayrılıp başka bir yerde kabadayılığına devam etmiş, ama prestiji de sakatlanmıştı.
Muhterem Âbi, sonradan “kumarhaneler kıralı” diye bilinen bir yeni yetmenin, Ömer Lütfi Topal’ın kurduğu pusuya düşürülüp bir Cumartesi günü tabancayla öldürüldü. Su testisi mutlaka su yolunda kırılacağından, bu şahıs da geçen yıl öldürüldü. İşin raconu buydu. Öldürüp yerine geçmek… Çünkü başa güreşen, diğerini yaşatmazdı.
Muhterem Âbi, ismiyle müsemmâ, muhterem, efendi, fakir ve gariban babası, yeri doldurulamamış bir semt kabadayısıydı…

No comments:

Post a Comment