HASTALIKLAR ve TEDÂVİLERİ

İstanbul’un o dönemlerinde hastaya bakmak zor işti. Zaten geçim sıkıntısı yaşayan insanlar, doktora ve ilâca paraları da olmadığından çoğu hastalıkları kendileri tedâvi etmeğe çalışırlar, eğer hastanın iyileşeceği varsa, bu şifâyı kend tedâvi yöntemlerine bağlarlardı.
Babam üşüttüğünde sırtına şişe çektirirdi. Sırf bu iş için yapılmış cam şişelerde ispirtoya batırılmış pamuk yakılır ve yanar hâldeki şişe ağrıyan bölgeye kapatılırdı. Bardağın içindeki hava yandığından o çevrede kan toplanır, şişenin kapladığı bölge morarıp kabarır, bir süre sonra şişe kaldırıldığında şiş bölge tekrar eski hâlini alırdı. 
Soğukalgınlığına yakalanmışsak sırtımıza tentür-diyot sürülürdü. Tendürdiyotlu pamukla evvelâ yukarıdan aşağı, sonra enine çizgilerle sırtımıza  bir kafes resmi çizerlerdi. Bademciklerimiz şişer ya da yutkunma zorluğu olursa pamuğa kolonya damlatılıp üzerine karabiber dökülür, pamuk enseye gelecek şekilde ince bir tülbentle bağlanırdı.
Göz hastalıklarında bir fincana soğuk çay konu-lup göz banyosu yapılırdı. Kabızlıkta, hemen her evde bulunan ucu küçük musluklu âletle “tenkıye” (lavman) yapılırdı. Eski otomobillerin “vak vak” kornasına benzeyen bu lâstik şişeye sıcak su konulup popodan içeri akıtılırdı.
Birçok derde devâ olduğu söylenip aşağı-yukarı her evin cam kenarında asılı duran kudret narı, baş ilâç sayılırdı. Evlerde ecza dolabı bulunmadığından, lâzım olduğunda kullanılmak üzere sandık köşelerine küçük kesecikler içinde kantaron, çörek otu, nâne, ıhlamur, papatya, keten tohumu, kereviz tohumu konulur, bunlardan başka bir ot gerekir de evde bulunmazsa ya komşudan ödünç, yahut aktardan satın alınırdı. O sandık açıldığında etrafa mis gibi kokular yayılırdı. Evin “sorumlu eczacı”sı hanım hangi kesede ne vardır bilir, şaşırırsa keseyi koklayıp içindekini söylerdi. Birçoğu kırdan-bayırdan toplanan bu otların devamlı takviyesi yapılırdı. Evdeki yaşlılar hastalığın teşhisini koyarlar, daha sonra da şifâhi reçetelere göre sandık açılıp otlar çıkarılır, usûlüne uygun pişirilir-kaynatılır, döğülür, imâlâtı müteakip tedaviye geçilirdi.
Türkiye’ye 1835 yılında  gelen İngiliz yazar Miss Julia Pardoe İstanbul’da kaldığı sürede gördüklerini 18.Yüzyılda İstanbul adlı kitabında şöyle anlatır:
Türkler, görülmemiş ölçüde boş inançlara bağlıdırlar. Avrupa’da yüzyıllar boyu süren körükörüne inançların bir çoğu da Romalılardan aktarılmıştır. Geleceğin, iyilik ve kötülüğün, yeni kesilmiş bir hayvanın iç organlarının durumuna göre olacağını sanırlar. Kuşların uçuş biçiminden anlamlar çıkarırlar!..”.
Kuşlarla ilgili bazı inançlar şöyleydi: Leyleklerin ilk baharda gelişlerini ayakta görenler o yıl çok seyahat edecekleri; mahallede baykuş öttüğünde bir uğursuzluk olacağı ya da hasta ve yaşlı birinin her an ölebileceği; akşam üzeri kargalar bir yerde toplanıp bağrışırlarsa ertesi günü havanın kötü olacağı gibi yorumlar yapılır, kedi miyavlamasından, köpek ulumasından çeşitli anlamlar çıkarılırdı… Miss Pardoe devam ediyor:
“..Kendileri için uğurlu ve uğursuz saydıkları zamanlar vardı…” (Salı günü iş yapılırsa o iş “sallanır” derlerdi! Cumâları ezan vakti iş yapılmaz, gece tırnak kesilmezdi “…korkunç düşler gördüğü ya da ruhsal çöküntü duyduğu veya hastalandığı zaman, giysisinden bir parça kopararak bir evliyâ türbesindeki demir parmaklığın penceresine asar. Böylelikle kendisine gelen kötülüğe karşı bu paçavrayı rehin bırakır…”  (hepimiz görmüşüzdür bu bez parçalarının türbelere asıldığını. Ama ben nedenini bilmiyordum, bu İngiliz hanımdan öğrenmiş oldum!) “…dualı suyu içtiği zaman sağlık bulacağına inanır…” (değişik yerlerdeki kuyu, kaynak suyu, kiliseler içindeki ve müstakil ayazmalardan “şifâlıdır” diye su alınır veya nefesi kuvvetli birine o su okutturulup sıkıntısı olana içirilirdi) “…başına bir sıkıntı gelen müslümanın yapacağı ilk görev, buna neden olan mânevî etkiyi ortadan kaldıracak yol aramaktır…” (insanlar bunun için “derin” hocalar arar, onların verecekleri muskaları bir yerlerine asıp saklarlardı. Akıl almayacak öteberiyi de, bir belâdan kurtulması için sevdiklerine, yedirirlerdi) “…bir Türk, evinin damına, kapısının önüne, çocuğunun başlığına, atının boynuna ve kuşunun kafesine, göz değmemesi için nazarlık takar. Nazara karşı kullanılanların en başında da sarmısak gelir…” (bu çeşit nazarlıklar şimdi de kullanılmaktadır, nazar boncuğu üretim sanâyii vardır. Lâcivert bir cam veya seramik içine konulan “göz” biçimli boncuk insanı nazardan korur! Bir çok evde kapı veya pencere üstlerine küçük çocuk patiği, at nalı ve bir baş sarmısak asılırdı) “…göz değmede, mavi gözlülerden çok korkulur…” (renkli gözlülerin nazarı değer diye bu özellikli  insanlardan mümkün olduğunca uzak durulur, herhangi bir aksilik olmuşsa, özellikle mavi gözlülerden bilinirdi. Göz üzerine çeşitli sözler söylenmiştir. “Göze gelmek, göz komak, göz yummak, aç gözlü olmak, nazarlamak, nazara gelmek, nazar değmesi..” gibi) “…Bir başka gelenek de, bir kimse yere düşecek olsa, aynı yerde bu kazânın tekrarlanmasını önlemek için oraya su dökerler…”
Onsekizinci yüzyılı bilemiyorum ama, küçükken yere düştüğümüzde ağlamıyalım diye, “düştüğün yere tükürürsen para bulursun” derlerdi bize. Yolculuğa çıkanın arkasından “su gibi gitsin, su gibi tez gelsin” diye su dökülürdü. Böyle daha bir çok boş inançlar bugün de sürdürülmektedir.
Mehmet Halit Bayrı’nın 1939 yılında basılan “Halk Âdet ve İnanmaları” adlı kitabında sayılan, benim de bir çoklarına şahit olduğum akla-mantığa uymaz “tedâviler”den bir kısmı şöyle:
Arpacık: Tesbih böceği ile kırk defa “geri, geri” diye arpacık üzerine vurulur ki, buna “tesbih böceği ile kırklamak” denir.
Akrep sokması: Bu hayvan ezilip, sokulan yer üzerine konur veya sokulan yeri biraz çizip kan çıkartmak lâzımdır. Başka bir şekil de, üstüne bir miktar “kalaycı çamuru” sürülüp sokulan yerin hava ile teması kesilir.
Alazlama: Hastanın yüzüne al bir bez örtülür. Bunun üzerinde kıtık yakılır, hâsıl olan kül, yaraların üzerine sürülür.
Barsak Hastalıkları: Yedi gün aç karnına üç diş sarmısak yutulmalıdır.
Bâsûr: Bir limon kabuğu soyulur, kabuk sac üzerinde kavrulur, sonra döğülerek çıkan toza nöbet şekeri karıştırılır, üç öğün yemeklerden on dakika önce üç kahve kaşığı alınır.
Baş ağrısı: Alın ve şakaklara birer dilim limon, yahut üzerine kuru kahve serpilmiş limon, yahut patates dilimi konur. Veya ayaklar tuzlu, olmazsa hardallı sıcak suyla banyo edilir. Hastanın alnına sirkeye batırılmış bez konur.
Dalak: Yerden alınan bir taş, “bu taş ne taşı, dalak taşı, tükür hem de, beline koy” diyerek bele sokulur. Bu ilâç dalak için birebirdir.
Diş ağrısı: Bir kahve kaşığı zeytinyağının içine yarım limon sıkılır, bu mahlûta batırılan pamuk dişe konursa diş ağrısı kesilir.
Göbek düşmesi:Bir ibriğin içine sıcak su konularak ibrik göbek üzerine oturtulur. Ağırlık sebebiyle gazlar yer değiştirir.
İncinme: İncinen yere tuz, soğan, havacıva muşambası ve koyunun kuyruk kapağı bağlanır.
Karın ağrısı: Kuru veya taze papatya kaynatılır, hafif şekerli olarak limon sıkılıp ılık içilir.
İdrar zorluğu: Ayrık kökü, mısır püskülü, kiraz çöpü, bakla çiçeği ve maydanoz bir arada kaynatılıp suyu hastaya içirilir.
Kabakulak: Ateş görmemiş bal (!), mâvi bir kâğıda sürülüp boğaza bağlanır.
Kulak hastalığı: Ağrıyan kulağa beyaz soğan suyu damlatılırsa ağrı kesilir.
Mayasıl: Sığırdili denilen ot kaynatılarak suyundan sabah ve akşam birer fincan içilir. Bu suyla banyo yapılır.
Mide hastalıkları: Bir dilim ekmek kızartılıp üstüne nane ekilir ve bu dilim midenin üzerine bağlanırsa ağrı geçer. Veya pelin ve melisa yaprağı çay gibi kaynatılıp içilir.
Nasır: Bir dilim domates  yahut limon nasırın üzerine konup sarılır ve öylece birkaç gün bırakılır.
Soğuk algınlığı : Enginar yaprağı ve sarımsak döğülerek torba yoğurdunun içine karıştırılır. Bu mahlût iki tülbent arasına konularak hastanın bileklerine, ayaklarının altına tatbik edilir ve sabaha kadar bırakılır.
Saçkıran: Başta saçın döküldüğü yere usturayla hafifçe bir kaç çizgi yapılır, sonra bir diş sarmısak ortasından kesilir, kesilmiş tarafı çizgiler üzerine kuvvetle sürülür. Bazen sarmısak yerine barut kullanılır!
Sarılık: Zerdeçal yumurtayla karıştırılır, sabahları aç karnına yenir veya hastanın iki kaşının arası usturayla hafifçe çizilir. Sarı bir tasa su konur ve suyun içine uzunca bir dikiş iğnesi atılır. Hasta tası eline alıp gözlerini iğneye diker. Suyun içindeki iğne sararıncaya kadar günde birkaç defa yapılır iğne sararınca hasta iyileşir.
Sıtma: Çiğ yumurta üzerine limon sıkılıp içilir veya tırnak dokunmadan soyulmuş üç diş sarmısak akşam ezanından sabah ezanına kadar üç gece ayazda bırakılır, hastaya bu sarmısaklar sırayla üç sabah yutturulur.
Siğil: Yüzyirmibeş gram üzüm sirkesi içine limon kabuğu konur, bir hafta ayazda bekletilir, sonra bu mâyi siğil üzerine sürülür.
Öksürük: Ayva çiçeği, hatmi çiçeği, ciğerotu kaynatılıp içilir. Diğer bir ilâç; elmanın içi oyulur, oyuk elmaya günlük, sakız, zencefil döğülüp doldurulur, bu elma külde pişirilip yenir.
Uyuz: Şeftali yaprağı bir havanda döğülür, posalarıyla beraber suluca uyuz yarasının üstüne sarılır, ertesi gün yıkanılarak aynı ilâç tekrar kullanılır. Bu surette üç defa tekrar edilirse uyuzdan eser kalmaz.
Yılancık: Tütün yaprağı sirkeyle kaynatılır, sıkılıp yılancıklı yere tatbik edilir…
Liste uzayıp gitmektedir… Çeşitli semtlerde, bu yöntemlerle “şifâ dağıtan” insanların kapıları sürekli çalınır, onlar dertleri dinler, hastaya bakar ve dermânı (!) söylerlerdi. Bir kısmının bâzı hastalıkları hakikaten iyi ettiği görülmüşse de, bu tür halk ilâçlarının büyük bölümünün tedâviden çok mânevî etkisiyle hastanın moralini düzelttiği bilinir.
Küçük yaşta geçirdiğim sarılık sebebiyle berbere götürülmüş, iki kaşımın arası usturayla kestirilmişti. Çok sonraları Karaköy’de bir başka berbere de, başımda metal para büyüklüğünde oluşan saç döküğüne ustura ve sarmısak tedavisi yaptırmak için kendim gitmiştim...
Mehmet Halit Bayrı’nın kitabında yer alan ve büyüklerimizin de bizlere devamlı söyleyip zaman zaman uyarı için kullandıkları bâzı inanışlardan da söz edelim:
-Evde iki kişi kafa kafaya vurursa  eve misafir gelir.
-Başında vakitsiz beyaz saç bulan kimse mes’ut olur.
-Gözünün renkli kısmında ben olanlar zeki insanlardır.
-Mavi gözlülerin, baktıkları herşeyde gözleri kalır.
       -Mavi gözlüler için “nazar eder” derler.
-Gözleri dalan insanın evine misafir gelir.
-Kulağı çınlayanı başkaları anıyordur.Çınlayan sağ
     kulak iyiliği, sol kulaksa kötülüğü söyleniyordur.
-Burnu büyük olanlar nankör olur. Müşkülpesent ve
     gururlu kimselere burnubüyük deyimi bundandır.
-Çekilen diş sokağa atılmamalı, saklanmalı yahut câmi
     duvarında bir taş aralığına sokulmalıdır..
-Dili uzun olan çok yalan söyler. “Sivri dilli” tâbiri
     bunlar için kullanılır.
-Sağ avuç kaşınırsa para gelir, sol avuç kaşınırsa para
     gider!
-Eli soğuk olanın kalbi sıcak olur. Bunlar vefalı
     insanlardır!
-Tırnağında beyaz leke oluşan yeni bir şey giyecektir.
-Gece tırnak kesenin ömrü kısalır.
-Kesilen tırnak parçaları  yere atılırsa, bunların üstüne
     basanlar o insana düşman olur.
-Parmakları çıtlatmak şeytana tesbih çekmektir.
-Ayağının altı kaşınan insan ya yeni ayakkabı giyecek,
     ya da uzun bir yola gidecektir.
-Ayakları üzerinden atlanan kişinin boyu kısa kalır.
-Yemek sırasında elinden lokma düşenin evine aç
     misafir gelir.
-Sofraya oturacak kişiden fazla kaşık-çatal getirilirse, o
     sofraya Hızır Aleyhisselâm misafir olur.
-Cuma günleri, salâdan sonra iş yapılmaz.
-Avucu kaşınan kişi avucunu öpüp başına koyduğunda
     saçları kadar parası olur.
-Yolda kafasına kuş pisleyene kısmet gelir.
                                         * * *   

No comments:

Post a Comment