SÜNBÜL EFENDİ


Sünbül Sinan’ın sandukası başucunda duran bir levhada, Hattat Aziz Efendi (1871-1934) hattıyla Kenan Rıfâî (1867-1950) şöyle seslenir:

Kocamustafapaşa ya da Sünbülefendi Câmii
“Merhaba Yâ Hazret-i Sünbül Sinan Yâ Müctebâ!”
Her devirde Cehennem’den, azaplardan, işkencelerden bahisle insanların yüreklerine korku salmayı maharet bilen kaba sofulara mukabil, bu ermiş, Fâtih Câmii’ndeki Cuma hutbelerinden birinde:
“Ey cemâat, ulemânın sizi korkutmasına, gayyâ kuyularına atmasına, Münkir-Nekir melekleri tehdidiyle size eziyet etmesine bakmayın. Çünkü cennet de bu dünyadadır, cehennem de…”
demiştir. Sünbül Sinan gibi bir büyüğü bilmek, onu iyi tanımak gerekir. Çünkü insanoğlunun, hayatta iken yaptığı iyi ya da kötü işlerle gideceği yeri kendisinin belirleyeceğini söyleme cesaretini gösteren bir bilge kişidir o.
Babasının ismi Ali, büyükbabasının ismi Kaya Bey olarak bilinir. Tahminen 1449 yılında Merzifon’da doğmuş, 1529’da 80 yaşındayken İstanbul’da  vefat etmiştir. Asıl adı Yusuf Sinan olup, Zeynü’d-dîn (dînin ziyneti) yahut Sinânü’d-dîn (dînin kılıcı) gibi lakaplarla anılmıştır. İlk eğitimlerini Merzifon’da alıp sonra İstanbul’a gelmiş ve devrin büyük âlimi Efdâlzâde Hamîdüddîn Hoca’dan feyizlenmiştir. İkinci Bâyezid, “Osmanlı ülkesindeki en büyük ilk dergâh” olan, câmi, medrese, hamam ve imaretten müteşekkil Kocamus-tafapaşa Külliyesi tamamlanınca, Halvetiyye tarikatinin büyüklerinden olup Pâdişâh’ın sıkça görüştüğü ve Kazasker oğlu olduğundan Çelebi Halife diye de anılan Mehmed Hamîdüddîn el-Cemâlî’yi bu dergâhın başına geçmesi için dâvet etmiş, o da bir kış günü yüz kişilik mürid ve derviş-leriyle gelip dergâha yerleşmiştir. Âlim ve şâir kişiliğiyle Halvetîliğin İstanbul’daki ilk temsilcisi olan ve Cemâl-i Halvetî olarak ün yapan bu zâtın talebesi arasındadır Sünbül Sinan. Sinan, dergâhtaki tâlim ve tedrîsi sırasında gördüğü bir rüyâyı şeyhine şöyle anlatmıştır:
-“Herkesin su almak için biriktiği mahşer gibi kalabalığın arasındaydım. Onlar kovalarını kuyuya sarkıtarak su almak gayretindeydiler. Bir ara kuyunun başında buldum kendimi. Elimdeki kovayı kuyuya sarkıtmağa başladığımda, dipteki suyun yukarıya doğru yükseldiğini gördüm. Su o kadar yaklaştı ki bana, onu almak için ip kullanmadan kovayı doldurdum.”
Şeyh rüyânın tâbirini yapmış ve Sinan'a:
-“Sende Allah kokusu, Tanrı mahabbeti var…” demiştir.
Sünbül Sinan riyâzet ve ibâdette öyle ilerlemiştir ki, Şeyh odasından çıkıp sık sık onun hücresine uğrar, zikrini ve ibâdetini seyredermiş. Bir süre sonra, daha iyi yetişmesi için Sinan’ı Mısır’a yollamış. O sıralar Mısır’a hâkim olan Memlûk hükümdârı ve Mısır halkı Sünbül Sinan’ın ilim ve irfânına hayran kalmışlar. Üç yıl sonra Mısır’dan ayrılan Sünbül Sinan, İstanbul’dan hacca hareket eden Çelebi Halife (Cemâl-i Halvetî)’yle buluşmak üzere yola çıkmış. Mekke’ye vardığında, şeyhinin hac yolunda Şam’dan sonra dokuzuncu konak olan “Hasa” veya “Tebük” denilen yerde hastalanıp vefat ettiğini ve kendisine üç maddelik bir vasiyet bıraktığını öğrenmişir:
1- Kocamustafapaşa Dergâhı’nda şeyhliği  devralacaktır.
2- Kızı Safiye ile evlenecektir.
3- Şeyhinin na’şını, Kâbe’ye giden yol üzerine defnedecektir.
Şeyh Cemâl-i Halvetî Tebük’de gömülmüş (Hicrî 899/ 1494), İstanbul’a dönen Sünbül Sinan dergâhın başına geçmiş, şeyhinin kızı Safiye Hâtun ile evlenmiş ve vasiyet maddeleri böylece yerine getirilmiştir.
Sünbül Efendi bu dergâhta otuzyedi yıl şeyhlik yapmış ve Halvetîliğin Sünbüliyye kolunu kurmuştur. Tekkelerin kapatıldığı 1925’e kadar aynı postta 21 şeyh görev almıştır. İstanbul Sünbüliyye kolunun Cemâl-i Halvetî’den başlayıp 14’üncü postnişîn Şeyh Seyyid M. Hâşim Efendi’ye kadar olan silsilesi, Ayvansarâyî Hüseyin Efendi’nin Mecmûa-i Tevârih adlı eserinde (1774 yılına kadar) şöyle sıralanmıştır:
  1- Muhammed Cemâleddîn Halvetî (öl: 1497)
  2- Yûsuf Sinan Efendi (Sünbül Sinan, öl: 1529)
  3- Mûsa Muslihiddîn Efendi (Merkez Efendi, öl:1552)
  4- Yâkûb Germiyânî (ölümü 1571)
  5- Medine’ye yerleşip orada gömülü bulunan ve
            Şeyhü’l-Harem-i Nebevî olarak da bilinen Şeyh
            Yûsuf Sinan Efendi (öl:1579)
  6- Necmüddîn Hasan Efendi (öl: 1610, Yemen’de gömülü)
  7- İştip’li Adlî Hasan Efendi (öl: 1617)
  8- Seyyid Mehmed el-Eyyûbî (öl:1628)
  9- Seyyid Kerameddîn Efendi (öl:1641)
10- Seyyid Mehmed Alâeddîn Efendi (öl:1680)
11- Seyyid Mehmed Nûreddîn Efendi (öl: 1747, 69 yıl şeyhlik
 yapmıştır)
12- Seyyid Yûsuf Kutbeddîn Efendi (öl:1756)
13- II. Seyyid Alâeddîn Efendi (öl: 1757)
14- el-Hâc Seyyid Mehmed Hâşim Efendi (öl: 1785)
       Bu sırayı aynen alan Zâkir Şükrü Efendi’nin Mecmûâ-i Tekâyâ’sında da liste şöyle biter:
15- Seyyid Mehmet Hâşim Efendi (öncekinin oğlu, öl:1817)
16- Seyyid Mehmed Hâşim Efendi (öncekinin oğlu, öl:1816
17- el-Hâc Hâfız Mehmed Efendi (öl:1822)
18- Seyyid Mehmed Râzî Efendi (öl: 1852)
19- Seyyid Mehmed Rızâeddîn Efendi (öl: 1891)
20- Seyyid Mehmed Kutbeddîn Efendi (öl 1913)
21- Muhammed Râzî (Yücesünbül) Efendi (öl:25/8/ 1978 )
Sünbül Sinan Efendi, çevresindekilere verdiği görevleri titizlikle takip eder ve hatâ istemezmiş. Onlara, “…ben onsekiz yıl arkamı yere koymadım, bir yere dayanmadım. Odanın ortasında oturur, uykumu da bu şekilde uyurdum...” dermiş. Osmanlı  şeyhülislâmı ve tarihçisi Kemâlpaşazâde (öl.1534) onu çok sever, bir araya geldiklerinde Şeyhülislâm, Şeyh Efendi’yi kendisinden yukarıda oturturmuş.
Gördüğü bu hürmet ve ilgi, her devirde yaşandığı gibi kıskançlıklara yol açmış. Cuma namazlarından sonra yapılan devrân bâzı kimselere göre onu şikâyet için fırsat olmuş. Bu kimselerden biri olan kadı Sarı Görez, Şeyhülislâm Kemâl-paşazâde’ye müracaat ettiyse de, istediği fetvâyı alamamış. Birgün Fâtih Câmii’ne, Şeyh’i gözden düşürmek üzere karışıklık çıkarmak için yandaşlarıyla birlikte gitmiş. Ama Sünbül Sinan’ın va’z ve hutbesini dinleyenler öyle coşmuşlar ki, bütün cemâat zikre başlamış. Kötü niyetle gelenler de duruma ayak uydurup zikretmek zorunda kalmışlar.
Merkez Efendi’nin halîfelerinden Şeyh Yâkûb Efendi’nin anlattığına göre, semâ ve devrân meselesi ulemâyı ikiye ayırmıştır. Karşı grubu oluşturan vâiz Molla Arap, İstanbul Kadısı Sarı Görez ve birkaç kişi Sünbül Sinan Efendi’yi Sultanahmed Câmii’ne davet etmişler. Niyetleri gene onu sıkıştırıp hesap sormakmış. Efendi hiç itirazsız dâvete icap etmiş. Geldiğinde bütün cemâat ayağa kalkmış, herkes gereken hürmeti göstermiş. Hazret yerine oturup çevreye göz gezdirmiş ve “..ne güzel meclisiniz var” diye iltifat etmiş. Toplantının sebebini sormuş. Bunun üzerine kadıyla aralarında bir konuşma geçmiş.
Sarı Görez sormuş:
-Dervişlerin devrân ederler, bunun delîli nedir izah et?
-Bir kimse elinde olmadan devrân ederse şer’an ceza verilebilir mi?
-Devrân edenler ellerinde olmadan mı yaparlar demek istersin?
-Evet...
-O zaman bunlar delidir mi demek istersin?..
-Akılları başlarındadır, yaptıkları mecbûrî değildir.
-Acâip konuşursun. Senin de aklın başında değil gibi..
-Hatırlar mısın, ikimiz aynı medresedeydik? Benimle karşılaşmak
      istemez, hep kaçardın. İşte ben hâlâ Sünbül Efendi’yim.
Bunun üzerine Sarı Görez cevap veremeyip susmuş. Sünbül Sinan, aleyhinde olanlardan Müderris Bekā Efendi’ye dönmüş:
-Koca Mustafa Paşa devrinde sen medresede müderrisdin.
     Veziriâzam Cuma geceleri dergâhta dervişlerle sohbet ederken
      başından arâkıyeni, sırtından cübbeni çıkarıp devrâna girerdin,
      bunları bilirsin. Şimdi bu yaptıklarınız, nefsânî garezlerdir..
demiş ve minbere çıkarak dînin hikmetleri hakkında beyanlarda bulunmuş. Herkes bu ziyâfete hayran kalmış. Ulemâdan onsekiz kişi arkalarındaki cübbeleri, başlarındaki sarıkları çıkarıp derviş hırkası ve tâcı giymiş, Sünbülî yoluna geçmişler...
Günümüze gelen zaman içinde devrân ve semâ’ın “haram”, zikredenlerin de “kâfir” olduklarını ileri süren bir sınıf hep vardır. Mevlânâ ihtifâllerinde yapılan semâ’ “danstır, rakstır” diye küçümseyenler olduğu gibi… Bunlara  cevap olarak Şeyhülislâm Ebussuûd Efendi tarafından verilen şu fetvâ dikkat çekicidir:
“Allahuâlem: Mezkûr tarikat fukarâsının tevhîd ehli mü’minler ve kâmil kimseler olduğuna söz yoktur. Belki içlerinde sayısız, hesapsız, evliyâullah zuhûr ettiği muhakkaktır. Cenâb-ı Allâh’ı kesretle zikrederken yaptıkları hareketin ve yürümelerin helâl olduğuna inananları tekfîr eden câhil vâizler kendi kendilerini tekfîr ediyorlar demektir ve onlar böylelikle kardeşleri için kazdıkları kuyuya kendileri düşmüşlerdir. O vâizler bu îtikadda ısrar edecek olurlarsa onlara uymak câiz değildir. Bundan rücû edip îmânlarını yenilemezlerse, onlara selâm ve kelâm husûsunda sâir kefereye yapılan muamele gibi muamele edilmek lâzımdır. Allah yeryüzünü bu gibilerin zararlı vücudlarınden tathîr etsin.”
Koca Mustafa Paşa’yı öldürttükten sonra da hiddetini yenemeyen Yavuz Sultan Selim, câmi ve külliyenin yerle bir edilmesi için emir vermiştir: “Taş üstünde taş komayasız!” der. Kazmalı-kürekli bir sürü insan câmi avlusuna dolar. Bu sırada, ak sakallı ve heybetli bir zât, gelen kalabalığa ne istediklerini sorar. Kimseden ses çıkmaz ve hepsi geri dönüp Pâdişâh’a, “câmiyi yıkamayacaklarını” bildirirler. Bunun üzerine Sultan Selim yanına bu ekibi de  alarak câmie gelir. Sünbül Sinan onu avluda karşılar. Hışımla gelen Pâdişah, karşısında bu vakur ve heybetli insanı görünce niyetini söyleyemez, kendisini ziyarete geldiğini bildirir. Ama Hazret, bir pâdişâhın emrinin mutlaka yerine getirilmesi gereğini hatırlatarak; “Efendim, medrese üzerindeki bacaları yıkalım, gerek maiyyetinizdekiler, gerekse cümle âlem emrinizin yerine getirildiğini görsünler…” der ve öyle yapılır.
Meselenin çözülmesinden memnun olan Pâdişah, sırtından samur kürkünü çıkarıp Sünbül Efendi’ye giydirir, saraya döner. Merakta olan saray erkânına durumu şöyle açıklar:
-“Siz ne söylersiz?.. Câmi avlusunda beni karşılayan mübârek şeyhin yanında ağzını açıp kapayan iki arslan vardı ki, heybetleri ürkütücü idi. Ben dahi korkup sesimi çıkaramadım” der...
Sünbül Efendi Yavuz Sultan Selim tarafından çok sevilmiş, hürmet görmüştür. Bir ara, Topkapı Sarayı içinde yaptıracağı köşkte kullanılmak üzere câmide  gördüğü yeşil mermer direkleri isterse de, Sünbül Efendi söktürmez. Pâdişah da geçmişte olanları hatırlayıp ısrar etmez, gereken direkler, İmrahor Câmii’nin ’nden alınır.
Sünbül Efendi kızı Rahime’ye tâlip olan Merkez Efendi’ye başlangıçta kızını vermek niyetinde olmadığı veya onu sınamak istediğinden, “kırk deve yükü altın getirmesi” şartını koşmuştur. Bunun üzerine Merkez Efendi, kendi bahçesinden kazdığı toprakları çuvallara doldurup develerle Sünbül Efendi’ye götürür. Boşaltılan çuvallardan toprak yerine altınlar dökülür. Bu olay üzerine Merkez Efendi’nin bir mertebeye ulaştığı anlaşılır. Ama onu bir kere daha sınamak için Sünbül Efendi, çiçekleri çok sevdiğinden, gelirken kendisine çiçek getirmesini ister. Merkez Efendi, daha önce koparılmış, boynu bükük ve solgun bir çiçekle gelince Hazret sebebini sorar. Merkez Efendi:
-“Bütün çiçekleri zikreder görüp onları koparamadım. Bir tek bu çiçeği getirebildim…” der (bu menkıbe Şeyh Üftâde ile Azîz Mahmud Hüdâyi için de anlatılır).  Sünbül Sinan bu olaydan sonra Merkez Efendi’ye: “Sen artık yetiştin, kemâle erdin. Sur dışına çık ve görevine başla..” diye icâzet verir ve onu kızıyla evlendirir…
Sünbül Sinan Efendi’inin, Sünbülî Tarikatı’nın usûl ve erkânı hakkında yazdığı Risâletü’l-Etvâr  ve Risale-i Tahkıyye adlı eserleriyle bâzı tefsirleri vardır.
Vefatında bütün İstanbul halkı ayağa kalkmış, cenâze namazını Fâtih Câmii’nde Şeyhülislâm İbn Kemâl (Kemâl-paşazâde) kıldırmış ve bugünkü türbesinin bulunduğu yere defnedilmiştir. Ölümüne yakın, yerine kimi bırakacağı sorulduğunda, “benim yerime bir habeş köle dahi gelse onu baş tâcı edin” demiştir.
Sünbül Efendi’nin vefatı için Müstakimzâde’nin düşür-düğü tarih şöyledir:
“Cânınâ Sünbül Sinân’ın Fâtihâ”  (936/1529).
Türbenin dışındaki yan duvarda, Şeyhülislâm Kemâl Paşazâde’ye ait bir manzûme, çini üzerine yazılıdır:
Pîşüvâ-yı sâhib-i ehl-i edeb,
     Muktedâ-yı tâlib-i Rûm u Areb,
Rehber-i ehl-i tarîk-ı Halvetî,
     Bülvefâ kim Şeyh Sünbül’dür lakab.
Milk-i fânîden bekā iklîmine,
     Gitti tevhîd îde îde ol şirin leb,
Eyledî şehr-i Muharrem’de sefer,
     Leyletü’l-isneynde ol zünneseb.
Ağladı ol gün yolup  sāçın-başın,
     Döktü gözler yāşını her ibn ü eb,
N’ola münkir dökmese göz yâşını,
     Seng-i hârdan çıkarm’ola  sû aceb?
Yer īle  gökte kamū ins ü melek,
     Cem’ olub kıldī namāzın bî taab,
Hâtif ü gaybî dedî târîhini,
     Nûr ola Sünbül Sinān’ın kabri hep.
Yüceldiği makam bu mertebe olmasına rağmen Sünbül Sinan bir kıt’asında diyor ki:
Sarây-ı vahdet olmuşken makāmım
Bu kesret âlemin seyrâna geldim.
Çü birdir Sünbülî ma’rûf ü ârif,
Edip da’vâ deme irfâna geldim.
                                                     * * *



Câmi girişi.. Otobüsler buradan kalkardı..
Sünbülefendi adıyla da anılan Kocamustafapaşa Câmii’nin avlu kapısı dış yanında eskiden bir kahve, küçük meydanda da otobüslerin son durağı vardı. Avlu kapısı üzerinde Şâir Zîver Paşa (öl: 1862)’nın üç beyitlik tarih manzûmesi Yesârîzâde Mustafa İzzet (öl: 1849)’in ta’lîk hattıyla yazılıdır. Bu kitâbede rakamla tarih yazılmamıştır. Fakat diğer kapının kitâbesinde milâdî 1263 (1847) tarihi vardır. Her iki yazı da aynı hattatın eseridir.
Câmi avlusuna girişteki sağlı sollu hazîrede (mezarlıkta) önemli kişilerin kabirleri bulunmaktadır. Bunlardan biri 1761’de vefat eden Râmipaşaoğlu Defterdar Mustafa Bey’in mezarıdır. Bu zât Sadrâzam Mehmed Paşa’nın oğlu ve Şeyhülislâm Pîrîzâde Mehmed Sahib Efendi’nin dâmâdı olup zamanın meşhur hattatlarından Ebülkāsım Mehmed Râsim Efendi’den icazetli bir hattattır.
Soldaki hazîrenin ortalarına doğru, şimdilerde yeri latin harfleriyle de belirtilen bir mezartaşının kitâbesi, hattat Ağakulu Hâfız İsmâil Efendi tarafından  yazılmış ve o mezarda yatan için, “..hüsn-i hattı biz bildik, Osman Efendi’miz yazdı” denilmiştir. Bahsedilen kişi, büyük Türk hattatı Hâfız Osman (1642-1698)’dır. Yahya Kemâl Bey’in Kocamustâpaşa şiirinde,
“Sarmaşıklar, yazılar, taşlar, ağaçlar karışık;
 Hâfız Osman gibi hattatla gömülmüş bir ışık
Bu mezarlıkta siyah toprağı aydınlatıyor;
Belli, kabrinde o bir nûra sarılmış yatıyor…”
mısrâlarıyla andığı bu büyük san’atkârın babası Haseki Câmii müezzinlerinden Ali Efendi’dir. Derviş Ali (?-1673), Suyolcu-zâde Eyyûbî Mustafa Efendi (?-1686) ve Nefes-zâde İsmâil Efendi (?-1679) gibi büyük ustalardan yetişen Hâfız Osman, şehzâdeliğinde Sultan Üçüncü Ahmed’e ve pâdişahlığında Sultan İkinci Mustafa’ya hat dersleri vermiştir. Sünbülîyye yolunu seçen Hâfız Osman’ın ömrü boyunca yirmibeş Kur’ân-ı Kerîm yazdığı bilinir.
1731’de sadrâzamlık yapan Kabakulak İbrâhim Paşa da bu hazîrede yatmaktadır ve o da sülüs ve nesih yazıları olan değerli bir hattattır.
1765’de İstanbul’u perişan eden büyük depremin yıktığı ve iki yıl sonra onarılan türbede, tekkelerin kapatılışına kadar burada şeyhlik yapmış kimselerin mezarları vardır. Sünbül Sinan Efendi’nin sağında Şeyh Yâkub türbesi, yakınında Şeyh Kerâmeddîn ile Şeyh Nureddîn, Şeyh Hasan Adlî Efendi, Eyyûbî Şeyh Mehmed Efendi, 1. Hâşim Efendi, 2. Hâşim Efendi, Şeyh Rızâ Efendi, Şeyh Râzî Efendi, Şeyh Kutbeddîn Efendi, 3. Hâşim Efendi, Şeyh Yâkub Germiyânî Efen-di’ler yatmaktadırlar. Türbenin karşısında, ikinci şey-hülislâmlığı sırasında Veliyüddîn Efendi’nin yaptır-dığı, içindeki hassas ayarlı saatlerle namaz vakitlerini bildiren muvakkıt’lerin görev yaptığı muvakkıthâne vardır.
Sünbül Efendi türbesine iki kapıdan girilir. Yapıya bitişik türbede Serasker Rızâ Paşa (1844-1920) yatmaktadır. Gāzi Osman Paşa (1833-1900)’dan sonra müşir rütbesiyle serasker olmuştur. Türk-Yunan Savaşı’nda Pâdişah İkinci Abdül-hamid’in güvenini kazanan Rıza Paşa’nın rütbeleri 1908 Meşrutiyeti’nde geri alınmıştır. Rıza Paşa’nın oğulları, Ziya Emiroğlu (Kuntay), Süreyya (İlmen) Paşa ve Şükrü Paşa’dır. Yazar ve tarihçi Reşit Saffet Atabinen (1884-1965) de, Şükrü Paşa’nın dâmadıdır.


Sünbülefendi Câmii avlusu
Sünbül Efendi Türbesi’nin karşısında demir parmaklıkla  çevrili ve hakkında çeşitli rivâyet bulunan Çiftesultanlar mezarı ya da makamı vardır. İstanbul’daki Sahâbe Kabirleri adlı kitabında Mehmet Hocaoğlu burası için şöyle bir öykü nakleder:
Hazret-i Hüseyin (R.A.)’ın Fâtıma ve Sâkine (Neşet Köseoğlu “Zeynep” demektedir)  adındaki iki kızı Bizans’a esir düşmüşler. Diğer bir rivâyete göre de Yezid tarafından Bizans kayzeri Kostantin’e câriye olarak gönderilmişler. Kayzer, onların Peygamber torunları olduğunu öğrenince buradaki manastıra kapatıp oğullarıyla evlendirmek istemiş, red cevabı alınca da kırk gün düşünme zamanı vermiş. Onlara nezaret edecek papaza da sadece kuru ekmek vermesini tenbihleyip zamanın dolmasını beklemiştir. Kırkıncı gün sona erip Kayzer sarayından baktığında manastırın alev alev yandığını görmüş ve derhal buraya gelmiştir. Ama, yangın falan yoktur! Kızların odasına girince ölmüş olduklarını görür…
Başka bir rivâyete göre de; yeri bilinmeyen bu mezarları Sünbül Efendi keşfetmiş ve öldüğünde kendisinin, onların ayak uçlarına doğru ve onlardan daha aşağı bir seviyede gömülmesini vasiyet etmiştir. Câmi önünde bulunan uzun bir mezarda ise, emre uymayarak bu kızlara yemek veren papazın gömülü olduğu söylenir.
Çiftesultanlar Türbesi’nin dört yanı Yesârizâde Mustafa İzzet’in yazılarıyla bezelidir. Kıble tarafında:
Gülşenin âşiyânı tûtiyâna bâğ-ı cennetdir.
Yerin feyz-i şerefi hakikat gülistan-sâye
       İki gül  gonca nahl-i gülzârı seyredenler
Şehid-i Kerbelâ Sultan Hüseyn’in duhteranları
sağ tarafta ise :
Bu şehid kim ziyaretgâhı erbâb-ı muhabbettir.
Gubârı, anberin kûh-i erbâb-ı basîretdir.
Kafes buyut sahuye hâki etrafında bu câyin
kıble arkasında:
Bu hâkān-ı kerâmet-şân-ı ârif senâ şâh-ı âgâhın
Bu Hüdâ meneddir muvaffak olduğunda ki müsehher
Ola sad-hâl sayahi muammer tâki âlîde.
sol yanda :
Bu cây-ı ihtirâmı Gāzi Hân Mahmud-ı Adlî’nin
Dahl-i yümn-i tevfîk-i seâdettir kerâmetdir.
Bu cây-ı pâki teslîm etmeden ol kutb-ı devrânın
Murâdı, hânedân-ı mefhâr-i kevneyne hürmetdir.
Sahâbeler levhasında ise şu kıt'a yazılıdır.:
       Kerremeynü’l-mükerremeyn
Bi-hakkı seyyidü’l- kevneyn
Nûr-ı ayneyn İmâm Huseyn
Şefâatte ir-gör bizi
Çiftesultanlar’ın burada bulunuşu inancıyla On Muharrem sabahları Sünbülî tekkelerinin şeyhleri ve ilerigelenleri Merkez Efendi Külliyesi’nin hamamında topluca yıkandıktan sonra sabah namazlarını burada kılar, mersiyeler okuyup tekbir getirerek Sünbül Efendi Tekkesi’ne gelirler, öğle namazından sonra Mevlid okurlardı. Daha sonra tekkenin mutfağında pişen aşûreler yenir, yatsı namazını müteakip cemâat dağılırdı.
Çiftesultanlar Türbesi’nin arkasındaki Dâye Hâtun mezarı üzerinde yükselen kurumuş servi ağacı, beton direkle ayakta durmaktadır. Yaşı bilinmeyen bu ihtiyarı Evliyâ Çelebi de kitabında anlatır. Hâfız Ahmed imzalı ta’lîk hatla ahşap üzerine yazılmış 16 beyitlik manzûmenin ilk beyti şöyledir:
       Bu servin zılli Sünbül sarây-ı cennetten ibâretdir
Bu servin sây- endâz olduğu yer bâğ-ı cennetdir.
Kuru servinin hemen karşısında papaz mezarının yanında dünyanın hiçbir yerinde rastlanmayan bir “kuş çeşmesi” vardır. Kuşlar için evler yapılmışsa da, kuş çeşmesi sadece buradadır.
Türbenin yanındaki kuyu, halk inanışına göre Muharrem ayında taşarmış. Bu suyu içen hastalar şifâ bulurmuş. Câmi avlusunda Darüssaâde Ağası Hacı Beşir Ağa tarafından yaptırılan sütun şeklindeki çeşmenin kitâbesinin son mısrâı: “Nûş kıl bu çeşme-i zîbâya gel mâi main” demektedir.
Câmi külliyesine dâhil kırk hücreli bir zâviyede Sünbülî dervişlerine ait çilehânelerin bulunduğu kaydedilir. Ana kapıdan girildiğinde sağ koldaki hazîrenin arkasında, 19. yüzyılda yenilenen, ama bugün harap durumda olup kullanılmayan üç katlı ahşap harem binası henüz ayaktadır.
Neşet Köseoğlu, “Sümbül Efendi’yi Ziyaret” başlıklı yazısında burada yatan meşhurları şöyle anlatıyor:
“Râmipaşa oğlu Defterdar Mustafa Bey'in mezarı: Buna Mustafa Nail bey derler. Pederi eski sadrâzamlardan Mehmet Râmi Paşa’dır. İki kardeşi olup birisi Abdullah Bey, diğeri ise Abdurrahman Bey’dir. Şeyhülislâm Pîrîzâde Mehmed Sâhib Efendi’nin dâmâdı idi. Sülüs ve nesih yazılarını çok iyi yazardı. Meşhur hattatlardan Ebülkasım Mehmed Râsim Efendi’den meşkedip icâzet almıştır. 1175 H./1761 M. tarihinde vefat ederek bu hazîrede bulunan Şeyh Nûreddin Efendi’nin yeni türbesinin kapısı dışına defnedilmiştir...
Kabakulak İbrahim Paşa da bu hazîrede gömülmüştür. 1144 H./1731 M.’de sadrâzam olmuş, 1155 H./1742 M’de ölmüştür. Hattat olup sülüs ve nesih yazılarında büyük mahâreti vardır. Açık mezarlıkta bulunan mezarlar arasında tarihe geçmiş daha bir çok zevat vardır...”
Sünbül Efendi Türbesi karşısındaki türbe için, Osmanlı Mîmârisinde İkinci Bâyezid-Yavuz Selim Devri (İstanbul Fetih Cemiyeti yay., 1983) adlı eserinde İ. Aydın Yüksel, “bu türbede Safiye Hâtun’un yattığını” (s.280); “Kocamustafa-paşa’nın kendisi için yaptırıp gömülemediği bu türbeye kızı Safiye Hâtun’un defnolunduğunun rivâyet edildiğini” (s.281), ayrıca “bu Safiye Hâtun’un Sünbül Sinan’ın hanımı olduğu rivâyetini ve türbe kitâbesinin olmadığını” yazar.
Neşet Köseoğlu ise, Türkiye Turing ve Otomobil Kurumu Belleteni’nin Nisan 953 sayısındaki “Sümbül Efendi’yi Ziyaret” adlı yazısına, Hadîka, cilt 1, sahife 162’den yaptığı alıntıda, “Buradan câmi tarafına döndüğünüzde kârgir, klasik tipte kubbeli ve turreli bir türbe görülür ki, Kocamustafapaşa bunu kendisi için yaptırmıştı. Fakat kızı (Safiye Hatun)’a nasip olmuştur” demektedir.
                                         * * *

No comments:

Post a Comment