KILIK-KIYAFETİMİZ, PAZAR GEZMELERİ

İşçi ve esnaf kesimi başlarına kasket takarlar, mevsim yazsa sokak kıyafeti olarak pantolon, gömlek, yelek, kışın bunların üzerine ceket veya palto giyerlerdi. Ne gardropları ne de takım takım elbiseleri vardı...
Fakir bir ailenin kızına görücü gelmiş. Annesi, gelen yabancıların yanında kızına seslenmiş:
“-Kızım, misafirler geldi. Hemen giyin de geliver, seni görmek istiyorlar”
deyince kız içeriden:
-“Anneciğim, katkatlarımı mı giyeyim, toptoplarımı mı?..”
diye sormuş. Katkatlar dediği, yama üzerine yama vurulmuş entari, toptop dediği de yama bulamayıp  yırtık yerini büzerek kapattıkları entarisi imiş. O zamanlar, “ne söylersen boşuna” anlamında“kellim kellim lâ yenfa” sözünü takliden, “kızım kızım kel fatma” derlerdi. Yâni, “hepsi bu, bir ikincisi yok!”.
Kimsenin ikinci elbisesi yoktu ki. Durumu biraz iyi olanlar ve memurlar başlarına fötr şapka  takarlardı. Memurlar ceketsiz ve kravatsız dolaşmazlar, kolalı gömlek giyerler, ceket dirsekleri parlamasın ve yırtılmasın diye siyah satenden yapılmış boru şeklinde iki ucuna lastik geçirilmiş kolluk takarlardı.
Önceleri kruvaze, daha sonraları moda icabı  ceketlerdeki düğme adedi ile adlandırılan tek düğme, üç düğme, dört düğme denilen ceketler giyilirdi. Daha çok gençlerin meraklı olduğu bu elbiseler hergün değil, bayram, düğün ve o zamanların âdeti üzere Pazar günlerinin kıyafetiydi.
Yeni elbise yaptırmak zor işti. Cumartesi günleri devlet daireleri öğleye kadar, esnaf akşama kadar çalışırdı. Eve dönerken genç, önce berbere uğrar, saçlarını kestirir, sonra hamama gider, çıktığında kolacıdan gömleklerini alıp eve geldiğinde, Pazar günü takım elbiselerini giyinmeğe hazır olurdu. Ertesi günü ayakkabılar boyatılır, ilk buluşma yeri olan kahveye gelinirdi. Defile gibi, önce gelenler sonradan gelenlerin kıyafetlerini süzerek fikir beyân ederlerdi.
-Senin paçan kaç ?
-Yirmiiki.
-Benimki onsekiz, bacaklarım zayıf olduğundan paçalar bol durmuyor.
-Onda haklısın da, yalnız ceketin biraz hatâlı dikilmiş.
-Neden ?
-Senin boyun kısa, daha uzun göstermesi için ceketin tek değil üç düğme dikilmesi gerekirdi. Bunu sana terzin hatırlatmadı mı ?.
-Ben Mehmet'in terzisine diktiriyorum, hani Çarşıkapı'da tüccar terzi Halit Usta var ya işte o.. Kumaşı Sultanhamam'da mağazada beğenip ona parçasını götürüyorum. Gidip alıyor, dikiyor, ben de taksitle ödüyorum. Dikişine de hiç karışmadım. Mehmet'in elbisesinin aynısı olsun dedim o da dikti.
-Taksitle diktirmeseydin benim terzime giderdik. Herkese pek yüz vermiyor. Güzel diktiği için de biraz nazlı. Ama ben söylesem kırmaz dikerdi.
-Bu biraz da benim hatâm oldu. Adama acele ettirdim, dikkat de etmedim. Bak omuzumda bir pot var. Zaten siparişi bayrama onbeşgün kala verdim. Ancak bayram sabahı namazdan sonra alabildim. Adamcağız bir haftadır eve gidememiş. Kalfasıyle birlikte elbiseleri yetiştireyim diye dükkânda yatıp-kalkıyorlarmış.Yüzünü görsen hortlak zannedersin.
-Almasaymış bu kadar iş. Herkese söz verirse sonu bu olur.
-İyi ama onlar böyle bayram günlerini bekliyor. Sâir zaman düğün-nişan olmazsa kim elbise diktirir?.. Zaten biz de neden son günü bekleriz bilmiyorum ki. Sanki elbisenin yenisi bayram günü giyilirmiş gibi.
-Haklısın. Bütün terziler bayram hârici günlerde ya tâmiratla veya elbiselerin ters-yüz edilmesiyle uğraşırlar.
-Ben o ters-yüz işini yaptırdım ama soldaki mendil cebi sağa geçti, içime sinmedi. Sanki herkes oraya bakıyormuş gibi geliyordu. Gerçi kumaşın içi dışından güzeldi ama. Bu takımı hergüne vurup bu üzerimdeki yenileri diktirdim.
-Avrupa’da her bedene göre elbise varmış. Hiç beklemeden üstüne giyip, uyduğunu görürsen ‘sar bunu alıyorum’ diyormuşsun.
-Vardır ama bedeni düzgün olana. Benim hazır elbiseye hiç aklım ermez, muhakkak bir yerinde bir ârıza veya farklılık olur. İnsanın kamburu, topalı, göbeklisi olur. Sonra, hiç benim beğendiğim kumaştan dikilmiş de beni bekleyen elbise mi olurmuş?..
-Biz de iyice müşkülpesent olduk. Bulduk bunuyoruz. Hiçbir şey beğenmez olduk. Eski insanları aklımıza bile getirmiyoruz. Sanki ayda elli-yüz lira kazanıyormuş gibi havalara girdik. Geçen gün babamla konuşurken ben böyle elbise hakkında övünüp, fikir beyan ederken bir fıkra anlattı çok hoşuma gitti:
Çingenenin kocası ölmüş, kadıncağız çok üzgün evin içi cenâze hazırlıkları yapanlarla dolu koşuştururlarken, o hem ağlar hem konuşurmuş:
-Ah benim çuha şalvarlı kocam. Beni kime bıraktın da gittin, sensiz  n'aparım?..
Bu ‘çuha şalvarlı kocam’ sözünü o kadar tekrarlamış ki,  birisi dayanamamış:
-A hanım!.. İşte kocanın şalvarı şurada asılı duruyor, bunun neresi çuha? Tekrar edip duruyorsun. Hangi çuha şalvarı giyerdi?
            Kadın, ellerini dizlerine vurarak cevap vermiş:
-Giymezdi, giymezdi ama çok haves eder idi…
Babam, ‘sizinki de böyle, heves edip duruyorsunuz işte, buldu-ğunuzla idare edin’ dedi…”
İç çamaşırlarımızı, Amerikan bezinden annele-rimiz dikerdi. Yırtık olanlar, tamir edilirdi. Eğer elbise yeni ve bir kazaya uğramışsa, Kapalıçarşı’da, yahut Bahçekapı’da yakın zamana kadar Şekerci Hacı Mustafa’nın yanındaki küçücük dükkânında çalışan Örücü’ye götürülürdü. Kumaştan iplik çeker, hiç belli olmayacak şekilde yırtık yeri örerdi. Bu meslek de kayboldu, çünkü yenisini almak, ördürmekten ucuza geliyor.
Kadınlar, kış aylarında entari üzerine mantolarını giyerler, boğazdan bağladıkları başörtülerini örtüp sokağa çıkarlardı. Kadınlarda pantalon giymek ayıptı ama, modayı takip eden kesim giyerdi. Zaten her  zaman, büyük değişiklikler erkek giyiminde değil, kadın giyiminde olmuştur. Cumhuriyet dönemi hariç, kadın kıyafetleri için yasalar çıkarılmıştır. Osmanlı kadınları 18. yüzyılda ferâce giyerlermiş. Ansiklopedik tariflere göre ferâce, dışarı çıkarken giydikleri kollu, uzun ve genelde mantoya benzeyen üstlükmüş. Refik Ahmet Sevengil:
…Sarayla ilişiği olmayan zengin kadınların giyinişleri büsbütün başka idi. Bunlar çoğunlukla topuklarına dek ipek bir şalvar, şalvarın üzerine beyaz ipekten, kolları uzun, geniş, kenarları işlemeli, yakası bir elmas düğme ile iliklenen ve göğsün bütün güzelliğini göz alıcı bir biçimde sunan ince bir gömlek giyerlerdi. Bunun üstünde sırma işlemeli, kollu, inci düğmeli entari, entarinin belinde geniş bir kemer bulunurdu. Ayaklarına beyaz terlik, başlarına kadife hotoz geçirirlerdi... Kadınlar sokağa çıkarken büyük bir özenle başlarını yaparlar, fes üstüne yaşmak tutunurlar, arkalarına, vücutlarının kıvrımlarını, göğüs, bel, kalça büklümlerini özenli çizgilerle belli eden sıkma ferâceler giyerlerdi. Bu durum tutuculuk duygularına dokunduğu için birçok kişinin dedikodusuna, hoşnutsuzluğuna ve şikâyetine neden olmuştu. Aslında görünürdeki parlak-lığına karşılık devlet işleri de pek çürük bir yolda gidiyordu. Özgürlükten yana ve sanatsever gözükmesine karşılık günün birinde Damat İbrahim Paşa, karşısında olanlara yaranmak için bir buyruk çıkararak kadınların kapalı giyinmelerini Şerîat Dâires’ne aktarma girişiminde bulundu. Öncelikle bu sıkı ferâceler yasaklandı, kadınlar vücutlarının çizgilerini belli etmeyen bol giysiler giymek mecburiyetinde kaldılar. Arkadan, yakaların uzunluğu dikkati çekti, kısaltıldı. Üç değirmiden çok yemeni kullanmaları, geniş kurdele bağlamaları yasaklandı. Feslerine sardıkları yaşmakların kalın olması şartı getirildi. Giyim kuşamdaki serbestlikle birlikte, kadınların yaşam ve davranışlarındaki özgürlükleri de sınırlan-dırıldı…”
demektedir. Yazarın “İstanbul Nasıl Eğleniyordu” adlı kitabından, bugünlere ibret olsun diye bir alıntı daha yapalım:
“…Sultan Mahmud 1754 yılında öldükten sonra Sultan Üçüncü Osman pâdişah olmuştu. 58 yaşında tahta çıkan, yaşlılıktan erkekliği gitmiş, sarayda tek başına yaşamaktan sinirleri bozulmuş, titiz, aksi, berbat bir adam olan Üçüncü Osman aşırı derecede kadın düşmanıydı. Saraydaki yüzlerce kadından hiçbiriyle karşılaşmamak için kocaman gümüş çivili ayakkabı giyerek dolaşır, saray dehlizlerinde taşların üzerinde yürürken ayakkabısının çıkardığı gürültüyle, gelişini çevresindekilere duyurmuş olurdu. Yol üzerinde bulunup da bu sesi duyan kadınların herbiri bir köşeye saklanır, böylece padişah hiçbir kadına rastlamadan dilediği yere giderdi. Haftanın üç günü padişahın gezisine ayrılmıştı. Bugünlerde kadınların sokağa çıkmaları yasaklanmıştı. Sultan Üçüncü Osman kadınların giysileri hakkında da sert kurallar koymuştu. Konulan kurallara uyarak kadınların çok sâde ve örtülü biçimde, doğal olarak pâdişahın gezinti günleri dışında sokağa çıkmaları olasıydı. Üçüncü Ahmed döneminin kadın giysilerine verdiği incelik ve özgürlük yerine, korkunç bir karabasan hâlinde kalın siyah peçeler geçerli olmuştu. Yasağa aykırı olarak ince yaşmak ve sırmalı roba giyinen kadınlar, Üçüncü Osman'ın emriyle tutulup Boğaziçi’nden denize atılıp boğduruluyorlardı…”
Ondokuzuncu yüzyılın hemen başlarına kadar ferâce örtünen kadınlar, Sûriye Vâliliği’nden dönen Suphi Paşa’nın eşinin getirdiği ve arapların giydiği kareye yakın dikdörtgen biçiminde büyük tek parça kumaştan yapılma çarşafla örtünmeye başlamışlar. 1919 yılına kadar çarşafla gezen kadınlar, 1925 yılında “şapka”yla başlayan Kıyafet İnkılâbı’na kadın kıyafetleriyle ilgili bir düzenleme konulmadığı hâlde değişikliği kendileri yapmışlardır.
Gençlik dönemimin bir güzelliği de işte bu kıyafetlerdi. Kadınlar umacı gibi örtünmezler veya külotları görünecek derecede kısa giyinmezlerdi. Hepsi hanım hanımcıktı.
Annemin ikinci bir mantosu hiçbir zaman olmadı.  Biri yabanlık denilen ve önemli günlerde giyildiği için sandıkta duran, diğerleri basma ve pâzenden diktiği üç entârisi vardı. Kızkardeşlerimin, komşularımızın hattâ mahallemizin bütün kadınlarının durumu aynı idi.
Kadın-erkek-çocuk, birlikte ekonomi yapıyorduk.
Bugünlerle kıyaslarsak, aile yükünün ağırlığını kadınlar çekiyordu. İşte o hanımlar saçlarını süpürge etmişlerdi. Tenekelerde kaynatılan sulara ellerini sokup leğenlerde çamaşır yıkarlardı. Bulaşık makinası hattâ deterjan olmadığından, uydurma mutfaklarda sabunla köpürte köpürte bulaşık yıkarlardı. Elektrik süpürgesiz, doğalgazsız, elektrikli ütü’süz, yere serilen bez üstünde kömür ütüsüyle ütü yaparlar, hepsini sayamadığım daha nice yorgunluk-lardan sonra da şöyle karşısına geçip “Yalan Rüzgârı”nı seyredecekleri bir televizyonu, hattâ dinleyecekleri radyoyu hayâl bile edemezlerdi.
En büyük konforları, şimdi adı “kuaför” olan, kadın berberi’nde saç yaptırmaktı. Bu dükkânların üzerinde “üç aylık ve yıllık kıvırcık saç yapılır” diye yazardı. Ruj olarak ne kullanıyorlardı bilmiyorum ama, kara kaşlı-kara gözlü güzeller olmak için rastık çekerlerdi. Evlerde rastık veya ağda yapılacağı günler erkek çocuklar eve sokulmazdı. Kapakları üzerinde câmi resmi bulunan yuvarlak alüminyum kutulu kremler tek güzellik malzemesiydi. En meşhur marka Krem Pertev’di ve bakkallarda satılırdı. Makyaj malzemesi satan dükkânlar yoktu. Birçok malzeme aktarlardan temin edilirdi. Yüzlere renk getirsin diye Tokalon marka allık ve pudra kullanılırdı. Mukavvadan yapılmış o pudriyerlerin üzerinde makyajlı bir kadın yüzü vardı.
Bu basit malzemeye rağmen, süslenmeler masraflı sayılırdı. İnsanlar geçim derdindeyken, rastık, allık, pudra alacak para kimde olsundu ki? Aslında o kadınların hepsi natürel güzellerdi. Herhangi bir özel günse, meselâ evine görücü gelecek veya bir yere gidilecekse, güzelleşme malzemesi olmayan kadın komşusundan ister, o komşunun nezâret ve tavsiyesine göre kullanılırdı.
Hiç, fes takan, sarıkla veya takkeyle sokakta giden kimse görmedim!... Bir ara, elde örülen ve genelde tuttuğu takımın renklerini gösteren, tepesi kocaman ponponlu bereler gençler arasında revaçtaydı.
Pazar günleri kızlar evlerinde otururlar veya onları büyükleri gezmeğe götürürlerdi. Giyinip evden çıkan delikanlılar kahveye giderler, kahve sohbeti sürüp yeni gelenlerin katılmasıyla takım tamamlanınca, daha önce karar verdiğimiz yere gitmek üzere yola çıkardık. Kış mevsimin-deysek ilk tercih Beyoğlu sinemalarıydı. Mâlî durumlarımız biraz iyiyse Kristal, Maksim, Turkuaz gibi Türk müziği icrâ edilen aile matinelerine giderdik. Buralarda “fasıl”la başlayan program, akşamın içkili servisi başlamadan biterdi. Mevsim yazsa, çok zaman aramızda konuşmadan yola çıkar, istikameti sonra belirlerdik.
Vapurlar, Boğaz’ın iki yakasındaki bütün iskele-lere uğrarlardı. Bu gezinti hem ucuz hem de eğlenceliydi. Köprü’den Kavaklar’a gitmek üç saatimizi alırdı. Zaman darsa Küçüksu’da iner, çayırdaki ağaçların altında oturup mısır yerdik. Burada, bütün Boğaz manzarasına hâkim olan Sevda Tepesi’ni çok severdim. Avrupa yakasında Sarıyer’e börek yemeğe, Emirgân’a çay içmeğe giderdik. Bâzan Yıldız Parkı’na gidip ulu çınar ağaçlarının altında otururduk. Çok şükür İstanbul’da değişmeyen yerler olarak gençlere oraları gösterebiliriz.
Her gidişimizde başka istikametlere yönelip yeni yerler keşfederdik. Biz bütün parkı yaya gezdiğimiz için göreme-diğimiz yerler olurdu. Şimdi arabasıyla parkı on dakikada dolaşıp, “o kadar da methedilecek bir yer değilmiş” diyorlar!
Bir başka hafta Kristof Kolomb gibi adaları keşfe çıkardık. Oraları da şimdiki gibi bina yığını değildi. Hep keşfedilecek ayak değmemiş yerleri bulunurdu. Heybeli-ada’ya gittiğimizde iskele civarındaki bakkallardan katık, fırından ekmek alıp tepelere tırmanırdık. Bir hafta hiç unutmam arkadaşım Aslan’la tepelerde gezinirken hava birden karardı. Yağmurun geldiğini farkettik ama, ağaçlar o kadar sıktı ki, gökyüzünü göstermeyen bu ağaçların bizi yağmurdan koruyabileceğini düşünüp istifimizi bozmadık. Ne de olsa yaz yağmuru, geçer gider dedik. Az sonra yağmur geldi ve o incecik iğne yapraklı çam ağaçlarından düşen su damlaları sanki hiç bir yere değmeden bizim kafamıza düşmeğe başladı. Korunuruz derken yanılmıştık ama, kaçıp sığınacağımız bir yer yoktu.
Nasıl ıslandık tarif edemem. Bir koşu tutturup kendimizi vapura attık. Alt kata girip çamaşırlarımızı çıkardık, karşılıklı tutarak sularını sıktık. Etrafa serdik. Köprü’ye yanaşırken çamaşırlar biraz olsun kurumuştu. Neyse ki, yaz günü olduğundan kimse alt kamaraya inmiyordu. Biz o buruşmuş ve hâlâ nemli elbiselerimizle mahalleye geldiğimizde, arkadaşlar, “beraber denize mi düştünüz?..” diye soruyorlardı. Akıllarına bile getiremezlerdi. Çünkü Ada’da sel götüren yağmurdan buraya damla düşmemişti bize inanmadılar...
Hünkârsuyu, Çırçırsuyu, Kadıköy’de Moda, Fenerbahçe, Üsküdar’da Büyükçamlıca, İstanbul yakasında ise Florya, Çekmece, Gülhane Parkı, gezi programımız içindeydi.
İstanbul’un bütün sâhillerinden denize girilirdi. Yüzmeyi Samatya’da öğrenmiştik. Koli basili diye bir şey duymamıştık. Bizim bildiğimiz “basil”, yabancı filimlerden tanıdığımız Basil Rathbone isimli erkek artistti!

No comments:

Post a Comment