ARAP MEHMET

1543’de Halep’ten Hekim, Şam’dan da Şemsi adında iki kişinin kahve getirip Tahtakale’de  kahveler açmasından sonra, İstanbul içinde bugünkü lâhmacun, eczâne, kebabçı dükkânlarının çoğalması gibi kahvehâneler, bizim yetiş-tiğimiz semtlerde, yâni başka eğlencesi ya da vakit geçirecek yeri olmayan bölgelerde bu mekânlar hızla yayılmıştır. İstanbul’un, hattâ Türkiye’nin Osmanlı devrinden beri devam eden bu en büyük problemi hakkında hiçbir tedbir alınamamıştır. Bâzı kararlar çıkmışsa da çok kısa sürmüş, kahveciler her zaman galip gelmiştir. Osmanlı döneminde fetvâlar çıkarılmış, kahve taşıyan gemiler batırılmış, ama kahvehâne sayısının çığ gibi büyümesinin önüne geçilememiştir.
Demek ki halk, işine geldiği yerde fetvâ falan dinlemiyor!.. Başlangıçtaki gibi sadece sohbet edilen bir yer olarak kalabilseydi… Ama, meddahların konuştuğu, sohbetler yapılan, kitaplar okunan bu yerler bir süre sonra tembellere mesken, kumar oynayanlara yuva olmuştur. Babaların evlâtlarına kayıtsız kalışı, eşlerin birbirinden uzaklaşması, aile yapısının bozulması, çoğu zaman bu kahvehâne alışkanlığından kaynaklanmaktadır.
Kahveleri biraz uzunca anlatmamın sebebi, bu mekânların ve kumar tutkusunun insan ömrünü nasıl etkilediğine örnekler verebilmektir.
Bir trafik kazâsı mahkemesi için Bulgaristan’a giden ahbâbım, erken saatte vardıkları yerde vakit geçirecek, oturup dinlenecek bir mekân sormuşlar. Ama oralarda böyle yerlerin olmadığını hayretle öğrenmişlerdi. Bizde ise fakirlik sebebiyle çocuklar okuyamıyor, bir an önce iş hayatına atılarak ailesine katkıda bulunmak üzere çalışmağa başlıyor, sonra iş hârici vaktini buralarda harcıyor ve işten çıkarıldığı taktirde zamanını buralarda öldürmeyi marifet sayıyorlar!.. Cepleri biraz para görünce, sohbet unutulduğu, kitap okuma alışkanlığı da kaybolduğu için, sanki yapılabilecek tek iş oyun oynayarak zaman harcamak oluyor. Başlangıçta çayına-kahvesine, gazozuna, tatlısına, dondurmasına, derken yemeğine-ziyafetine... Sonunda, ceplerindeki son kuruşuna kadar kumar tükeniyorlar ve o yeknesak hayatlarına sözüm ona renk katıyorlar...
Bir zamanların küçük yaştaki çocukları, okulu bırakınca semtteki en yakın işyeri olan Kazlıçeşme’de dericilik, Çarşıkapı’daki gayrısıhhî işyerlerinde kunduracı çıraklığına başlıyorlar, sonra da, çalıştıkları ortamdan hiç farkı olmayan sigara dumanı içindeki kahvelerde günün kalanını tamamlıyorlardı. Hayat şartları, sırtlandıkları mes’uliyet, altında kaldıkları yük sebebiyle katılaşmışlar, acımak nedir bilmez olmuşlardı. Vaktiyle birbirinin hastalığına, ölümüne, dertlerine tereddütsüz koşan bu insanları kahvehâne ortamında, hele kumar masasında tanımak mümkün değildi. Birbirine komşu olan, sokak ya da mektep arkadaşları haftalıklarını aldıkları gün kahveye gelip, mütevâzı’ miktarda başlattıkları oyunda gittikçe artan hırsla karşısındakinin cebinden son kuruşu alıp pes ettirene, hattâ borçlandırana kadar kendilerini oyuna kaptırırlardı. Kumar hastası, karşısındakini tanır, o kişinin evine bir ekmeği bile alıp götüremeyeğini, oysa o evde birkaç nüfusun ekmek beklediğini bilir, ama, üstelik ailece de görüştükleri bu insanlara acımayı bilmezdi. Çünkü defalarca aynı acımazlığa o da uğramıştır...
Kahvehâneler gelen müşterilerin ağırlığına göre adlandırılırdı. Deniz kenarlarında balıkçı kahveleri, çiçek yetiştirenlerin çıktığı çiçekçi kahveleri, kuş meraklılarının, horoz besleyenlerin devam ettikleri kuşçu kahveleri, horozcu kahveleri vardı. Bundan başka, gençlerin, büyüklerin ve yaşlıların gittikleri nargile kahveleri ile kumar oynatılan kahveler vardı.
Kahvehâneyi hiç sevmedim. Sigara içtiğim hâlde, o mekânlara sinmiş kokular beni hep rahatsız etmiştir. Yazın Samatya sâhiline iner, oradaki gazinolarda otururdum. Ama kışın mecbûren, arkadaşların bulunduğu kahvelere, onları bulmak için giderdim. Kahvenin sahibi, ocakçısı-garsonu hepimizi tanırdı. Birbirimizi bulamadığımız zaman haber bırakır, bırakılmış haberleri alırdık.
-Merhaba Ahi!.. (garsonun lakabı )
-Merhaba, seni biraz önce Arap Mehmet sordu. Bir saat sonra geleceğim diye haber bıraktı.
-Peki Aslan geldi mi?
-Hayır gelmedi…
-Onlara beşe doğru geleceğimi, sinemaya bilet aldığımı, beni beklemelerini söyler misin?..
-Olur, söylerim...
Dediğimiz saatte buluşurduk. Eğer bizden evvel gelip de oyun masasına oturmuşsa, Arap Mehmet’i oradan ayırmak artık imkânsızdı. Sinemanın başladığı saate kadar yanında oturur, kalkmasını beklerdim. Her seferinde, “şu el bitsin kalkacağım” derdi ama, ne o el biter, ne de o yerinden kalkardı. Kaybettiğinde zararını çıkarmak için kalkamazdı. Kazandığında ise karşısındaki oyuncu oyunu bitirmez devam ettirirdi. Sinemanın başlamasına on dakika kala onun biletini bırakır biz giderdik Gûyâ oyunu hemen bitirip arkamızdan gelecek!.. Ne gezer, film biter, kahveye döneriz, o bize binbir mâzeret uydurur, özür dilerdi.
Mehmet çok sevdiğim bir arkadaşımdı. Yüzmeyi beraber öğrendik. Topu, çenberi, saklanbacı beraber oynadık. Hani eski deyimle “yediğimiz-içtiğimiz ayrı gitmez”di. Hattâ, benim terzide ikimiz de lâcivert yollu aynı kumaştan elbise diktirip ikiz kardeşler gibi dolaşırdık. Bizim arkamızda bulunan Sarayönü Sokağı’ndaki eniştesinin evinde ihtiyar  annesiyle beraber otururdu. Van’dan gelmişler, Küçük-pazar’a yerleşmişler, sonra da bizim semte taşınmışlardı. Annesi talebe yurtlarında aşçılık yapardı. Biraz esmer oluşu sebebiyle ona “Arap Memet” demiştik. Cömert, hoşsohbet, güleryüzlü, müteşebbis bir insandı. Bu yüzden de bütün semtin sevgilisiydi. Kahve açtı, köfteci dükkânı açtı. Ve başlangıçta çok iyi iş yaptığı bu yerleri oyuna olan tutkusu yüzünden batırdı...
Arap Mehmet benim zorumla kahveden koptuğu zamanlar bir daha oraya adım atmayacağına söz verir, bâzan da bu sözünü bir ay kadar tutar ve sonra gene oraya dönerdi. Kumarbazın kumarbaza yılda bir kuruşu geçer deseler de, Mehmet buralardan o bir kuruşu bile kazanamadı. Çevresini bir sürü asalak sarmıştı. Kazandığı zaman onu barlara-pavyonlara götürürler ve kazandığının tümünü harcatırlardı.
Ramazan günleri kahveler sabahlara kadar açık olur, oyuncular iftar ve sahurlarını kumar masasında yaparlardı! İşte böyle bir ramazan günü, oturduğu sandalyeden sadece tuvalet ihtiyacını gidermek üzere kalkmış, karşısındakiler değişmiş, hattâ ertesi gün evlerinde yatıp tekrar gelip oturmuşlar, ama Arap Mehmet tam altmışüç saat oyun oynayarak semtte kötü bir rekorun sahibi olmuştu. Cebindeki para tükenmeseydi belki uluslararası bir rekora imzasını atardı…
Onun oyun tutkusu çocukluğundan belliydi. Çok zekiydi, kuvvetli bir hâfızası vardı. Sanki doğuştan oyun için programlanmıştı. Çocukken aramızda dama oynarken bize bir sürü taşını verir, “tamam bu sefer Mehmet’i yeniyoruz” diye sevinirken damayı yapar, bütün taşlarımızı yerdi. Nasıl hesaplardı, neler düşünürdü de karşısında tutunamazdık? Damada olduğu gibi mile oyununda, dokuz taşta, karamela kâğıtlarıyla oynanan “çekişme”de onu yenmek imkânsızdı. Bu yanlış işlenmiş zekâ ve yerinde kullanılmamış Allah vergisi yetenek, onun hayatını böyle yönlendirmişti. Birgün sohbet esnasında sorduğumda, iki-üçüncü elden sonra, yıpranmış karamela kâğıtlarının renklerine, kıvrımlarına, eskiliklerine, lekelerine bakarak aklında tuttuğunu ve bunun kazanması için şansını yüzde elli arttırdığını söylemişti. İskambil kâğıtlarıyla oynarken de, çıkan kâğıtların hepsini aklında tutardı. Hîle bilmezdi. Kaybederdi ama oyunu bilmediğinden değil, karşısındakilerin kâğıt çalması ve hîle yapması yüzünden kaybederdi.
Yaşadığı bu kötü ortam, esâsen bünyece pek sağlıklı da olmadığından, onun kırksekiz yaşında dünyadan göç etmesine sebeb oldu. Şimdilerde kimsenin hatırlamadığı, semtin gözbebeği Arap Mehmet, senin de rûhun şâd olsun…

No comments:

Post a Comment