BİRİNCİ BÖLÜM / BU ŞEHİR…

 

BU ŞEHİR… (Fotoğraf: Sermet Somunkıran)


“İSTANBULLU” KİMDİR?..
Tarihte İstanbul Şehri adlı kitabın yazarı Nurettin Vasfi Kebecioğlu, “İstanbul’un tarihi üzerindeki iddiam, dimağ ve düşüncelerimin mahsûlü değildir. İlmin hürmet ettiği klasik ve modern bilginlerin buluşlarıdır” diyerek başladığı eserinde, bu şehrin milâttan beşbin sene önceden beri Türk olduğunu ileri sürmektedir. Yazar, İstanbul’un eski adlarından Âsitan üzerinde bilginlerin çok durduklarını kaydedip çeşitli yazarlardan şunları aktarmaktadır:
“Profesör Clemens Boch, ‘İstanbul’un en eski ismi Ast-An, İzmit’in en eski ismi de  Ast-Ak’dır. Ast-Ak kelimesi, Sit dediğimiz ve Türklerin ataları olan halkların büyük kabilesi anlamındaki “As’ların şehri” biçiminde anlaşılmalıdır’ der.
Coğrafî isimler üzerinde çalışan Vivien de Saint Martin Histoire des découvertes géographique adlı eserinde, Asya kelimesinin menşeini araştırırken, Asie isminin büyük sit halklarından As’ları kastettiğini ve bu topluluğun Milât’tan 1300 sene evvel Gaystre (Kaystros), yâni Küçük Menderes sahillerine yerleşmiş olduklarını, Asie kelimesinin   buradan kaynaklandığını bildirmektedir.
Histoire et description de tous les peuples isimli kitabında M. P. le Bas, ‘Asie ismi bu mıntıkada Home-ros’dan evvelki devirlerde vardı. Herodot zamanında bu ismi Yunanlılar bütün bir kıt’aya şâmil olarak kullanıyorlardı’ demektedir..”
Kebecioğlu; Latince’de hâlâ Türk kökenli olduğu bilinen, Türk etimolojiye sahip Ast kelimesinin  “toplananlar” anlamına geldiğini kaynak gösterip nakleder. Tarihçi Jüstin’in, “Asya 1500 sene Sit’lerin idaresinde kaldı” dediğini aktarır. Muhtelif tarihçilerin eserlerinden bahsettikten sonra, “Sit’lerin hangi ırktan olduğunun çok araştırıldığını, neticede bütün âlimlerce bu kimselerin tereddütsüz Türkler olduğun-da birleşildiğini” kaydeder.
Buradan yola çıkılarak; Yunanlılar’dan evvel burada Sit denilen büyük Türk kabilesinden As’ların oturduğuna ve bunların ilk defa İstanbul’u kurarak adına Ast-an, yahut Âsitan dediklerine karar verilir. Bu kabilelerin burada ilk şehirlerini kurdukları, İstanbul’un isminin de Türk olduğu, şehri kuranların göçebe hâlinde gelmedikleri, yerleşip şehir kurdukları; Boğaziçi’nde Emirgân, Rumelihisarı, Üsküdar ve Kadıköy'de zengin, medenî kasabalar olduğu; Bakırköy denilen yere Magarlar’ın şehir inşâ ettiği, Makriköy ya da Magriköy adının buradan geldiği; Galatlar’ın ise isimlerini hâlâ muhafaza eden Galata’yı kurdukları anlatılır. Bütün bunlardan; İstanbul’un 4-5 bin sene önce Türkler tarafından kurulduğu, kentin Konstantin tarafından kurulmadığı, o burayı aldıktan sonra Ast-an adının yanına Yunanca “şehir” demek olan polis kelimesinin eklendiği sonucuna varılır.
Halûk Tarcan, Ön-Türk Tarihi adlı kitabında, yukarıdaki iddiaları teyid eden  şu satırlara yer verir:
 Asya’da buzul dönemini takiben büyük su baskınları, fırtınalar, Orta Asya halkını güneye göç etme gereğinde bırakmıştır. Büyük Asya’da yüzyıllarca sürecek ve tekrarlanacak olan göç sebebinin ikinci bir nedeni, kuraklıktır. İlk göçler Talas Vâdisi’nden Qut-Yak’a, Batı’ya, Avrupa’ya doğru olmuştur. Qut, emniyet, mutluluk, mükemmellik, kurtuluş, yaşama rûhu, "yak” ise "yaka, yön" demektir. Batı’ya, Avrupa’ya göç, onlar için "kurtuluş" olduğu gibi, Avrupa içinde "aydınlığa kavuşmak" olmuştur. “On” ya da “oq” adını tercih etmiş bu Ön-Türklerden bir bölümü Balkanlar, Makedonya ve Trakya’ya yayılmışlar, daha da ileri giderek, Yunanistan Yarımadası’na ve Ege bölgesine yerleşmişlerdir. Yaklaşık 7 binlerdeki bu yola çıkış bir istilâ hareketi olmayıp, yerleşmeye elverişli yerler aramak şeklinde olduğundan, ilerleme ağır olmuş ve zaman almıştır. Susuzluk ve kıtlıktan kaçtıkları için, daima münbit arazi aramışlar ve esas olarak su yollarını izlemişlerdir.”
Bu kitabın bir bölümü, “Anadolu yazıtlarından bazı örnekler” başlığını taşımaktadır:
*“Uw-on Okulu, Erenköy-İstanbul İÖ 1900 yıllarında Anadolu ve Rumelihisarı arasından,
*At öze, aq-Urug sökerek, (At üstünde akıntıyı sökerek) İstanbul Boğazı’nı geçen bu halk,
*Erenköy’de ak mermer sütunlu ve mermer kornişli bir saray yaptırmışlar ve binanın giriş kapısı üstüne güzel bir Ön-Türkçe’yle,
Kutsal on: At-Ata lider ediliş anısına.....
Kutsal onlar:  Lider’e At-Ata ünvanı veriliş anısına.. diye yazmaktadır. İstanbul Arkeoloji Müzesi Bizans Sikkeleri Koleksiyonu’na 1 numarayla kayıtlı paranın 5. yüzyıl Helenistik döneme ait olduğu yazılıdır. K. Mirşan, 1 Aralık 1995’te paranın iki yüzündeki işaretleri Ön-Türkçe olarak: Öy ögüy (=düşünce yeteneği), ikinci yüzünü ise, ög, ög, ög, ög olarak okumuştur. Öy=düşünce "sistem-devlet", (bugün düşünmeyi ifade aracı olan “ oy”),
ög=düşünme yeteneği, felsefe haysiyet, majeste, sahip olma, ev (bugün öge=prensip)
Uy=ev,"toplu hâl, nizam" bugün Asya'da uy, uv=Anadolu’da ev
Ön-Türkler’in İstanbul'da Bizanstan çok önce Oy-urum At devletini kurmuş olduklarını gösterir bir öteki belgedir.” 
Topkapı Sarayı’nın olduğu yerde M.Ö. 658 yıllarında Trak’lar otururmuş. Yunanistan’daki Megaralılar yeni bir şehir kurmak için bir kâhine yer sorunca, o da, “körler memleketinin karşısına kurun” demiş. Başlarındaki Vizas kumandasında sefere çıkıp Sarayburnu’nun olduğu yere kadar gelmişler. Karşı yakada Halkedonyalı’lar şehir oturuyorlarmış. Daha güzel olan bu tarafa yerleşmek akıllarına gelmediğine göre demek ki bunlar kör!.. Kâhinin bahsettiği yer burası olmalı demiş ve buraya yerleşmişler, şehre kumandanlarının adı olan “Vizas-Bizas”ın adını vermişler. Traklar yabancı bir kavmin buralara gelip şehir kurmalarını hazmedemeyerek Bizas’lıları rahatsız etmeğe başlamışlar. Daha sonra buralar Yunan kavimlerinin, İranlılar’ın ve nihayet Romalılar’ın eline geçmiş. Konstantin Roma halkından memnun olmadığı için, gelecek tehlikelere karşı Roma’nın müdafaa edilmeyeceğini, Hıristiyanlık ve kilise nüfuzlanınca imparatorun gözden düşeceğini hesap edip yeni bir hükûmet merkezi aramağa başlamış. Harp için geldiği Bizans’ın yerini çok beğenmiş, kentin etrafını surlarla çevirtip buraya Yeni Roma, daha sonra da Kostantinopolis adını vermiş.
İmparator Konstantin’in (M.S. 324) yaptırdığı surlar Samatya yakınlarındaki Esekapı’dan başlayıp, Lykos yâni Bayrampaşa ve Yenibahçe Deresi Vâdisi’nden geçerek Fâtih Tepesi’ne çıkıyor ve Unkapanı’na iniyordu. Bu surlardan bugün ancak bazı duvar parçalarına tesadüf edilmektedir. Konstantin bu surun muhafazasını kırkbin Got askerine vermiş. Sonraları şehir dışında kalan mahalleleri de muhafaza altına alabilmek için İkinci Teodosius’un (408-450) emriyle, vâli-belediye başkanı (eparhos) Antemios tarafından 413 senesinde şimdiki surlar yaptırılmış, ancak 437 depreminde zarar gören Teodosius Surları 447 yılında, o zamanki eparhos Kiros tarafından onarılıp bir kat daha duvar eklenmiş, önlerine hendek kazdırılmış. Bugün görülen sur ve hendekler bunlarmış. Deniz tarafındaki surlar kulelerle takviye edilip, kara surlarından daha sağlam olmuşlar. Şimdi görülen taş köprüler Fâtih Sultan Mehmed tarafından yaptırılmış. Ondan önce, harp zamanlarında tahrip edilip şehrin irtibatını kesen tahta köprüler varmış.
Tarihçi Villehardouin’in bildirdiğine göre 1200 yıllarında İstanbul’un nüfusu dörtyüzbin tahmin edilmekteymiş ama diğer kaynaklar değişik rakamlar vermekteymiş. Ancak üzerinde birleşilen, Fâtih’in İstanbul’u zaptı esnasındaki nüfus olup, Fetihte ellibin esir ele geçirilmiş. Bunların onbini serbest bırakılmış, Rum, Ermeni, Yahudi kimse kalmamış ve İstanbul nüfus değişimine uğramış.
Şehrin yapı değişiklikleri için söylenenler de şöyle:
Konstantin’in hışmına uğrayan Sultanahmet Parkı’ndaki Sit’lerin muazzam eserlerinden Mâbud Yılanları’nın başları kırılmış, Dikilitaş’ın üzerindeki mâbud heykelleri de tahrip edilmiş. Bizans zama-nında sadece Jüstinyen azıcık bir imâr yapmış, bâzı kilise ve saraylar inşâ edilmiş. Kısacası, İstanbul’un fethinde şehir, dar ve karanlık sokaklarıyla perişan bir hâldedir. Bomboş ve harâbe hâlindeki şehirde Bizans’tan kalma birkaç eserden başka sağlam bir yapı yoktur. Fethin tamamlanmasını müteakip şehrin sorunları o kadar fazla, o kadar çapraşık ve içinden çıkılmaz hâldedir ki, bunu ancak Bursa’da, Edirne’de şehir kurup eserler meydana getirme tecrübesi olan bir ırk becerebilir. İlk önce yapılacak iş, din, dil, ırk farklılıkları olan insanları bir araya getirip kaynaştırmak, mübrem ihtiyaçlarını sağlamak, onları harâbe hâlindeki İstanbul’da barındırmak, yerleştirmek ve şehri oturulabilecek hâle getirmektir. Esir edilenler Osmanlı İmparatorluğu’nun dört bir tarafındaki yeni efendilerinin yanına dağılıp gidince şehir boşalmıştır.
Fetih sonrası İstanbul mahalleleriyle şehrin iskân ve nüfusu için merhum Ekrem Hakkı Ayverdi,  Portekiz Elçisi Clavijo’nun, “..sırt kısımlarında şehrin buğday tarlaları ve bahçeler, Sarayburnu’nda bahçe ve bağlar olduğu, şehrin meskûn kısmının Haliç kenarı ve sahilde sur ile deniz arasındaki şerit olduğu, pek az kesâfetin Marmara sâhilinde bulunduğu, Beyazıt’tan sonraki sırtların mahallelerden oluşmadığı, şehrin orta kısmında birbirinden tarlalar ve ekin sahalarıyle ayrılmış münferit mâlikânelerle köy tarzında iskân edilmiş sahalardan meydana geldiği” şeklindeki tariflerini aktarmaktadır. Bugün Lâleli, Aksaray gibi insanların yürümeğe zorlandığı bu yerlerin o hâlini düşünmek ne kadar zor.
Zafer sonrasında meseleleri konuşmak üzere verilen ziyafette bulunanlara Akşemseddin şöyle hitap etmiştir.
Ey, müslüman gāziler!.. Bilin ve anlayın ki hepinizin hakkında âhir zaman Peygamberi, o, yaratılmışların en büyüğü, Kostantıniyye için bir hadîsinde... Kostantıniyye elbet bir gün feth olunacaktır. Onun kumandanı ne güzel kumandan ve o asker ne güzel askerdir  buyurmuşlardır. İmdi, inşallah hepimiz affolunmuşuzdur. Sakın ha, bu gazâ malını israf etmeyip İstanbul içinde hayır ve hasenât yapıp pâdişâhınıza itâat ediniz. Pâdişah Osman’dan bu yana hep ‘bey’ derdiniz, şimden sonra ‘sultan’ deyiniz. Onun ortaya getirip size verdiği ekmek hûn (kan) ekmeğidir. Onun için  ‘Hünkâr’ deyiniz.
Bu konuşma büyük etki yapmıştır. Galip gelen ordudan kimlerin nereye yerleştiği belli değildir ama, Akşemseddin’in nasihatini dinleyen kumandan ve askerlerin ellerindeki ganimetleri İstanbul’un imârında harcadıkları bellidir. Muhtelif semtlerde yaptırdıkları hayır ve hasenat, meydana getirdikleri eserler, câmiler, imâretler, mescitler, konaklar, vakıflar, kütüphâneler hâlâ onların isimleriyle anılır. Ulemâ sınıfının, sekban, topçu, çobanbaşı ve sancak-tarların hepsi, mülkleri etrafında ve bulundukları semtin ihtiyacını karşılayacak şekilde, adları verilen çeşitli, kalıcı ölmez eserler yapmışlardır.
Birkaç misâl gerekirse: Silivrikapı’da Bâlâ Mescidi bânîsi Süleyman Ağa, Tekfur Sarayı’ndaki Hacı İlyas Ağa gibi, Cankurtaran semtindeki Seyyid Hasan Ağa’nın görevi de topçubaşılıktır. İbrahim ve Yakup ağalar sekbanbaşı, Baba Hasan Alemî ve Hayrettin Paşa sancaktar, Uzun Yusuf ve Ali Fakıyh çobanbaşı, İlyas ve Demirhan kasapbaşı, Hocazâde Hayrettin Elvanzâde ise ulemâdandır. İstanbul’un çoğu semt ve mahallelerine, sokaklarına adı verilen bu insanlar, Fâtih’in ve daha sonraki pâdişahların saray taifesi ve askerleridir.
Şehrin âcil iskânı için ilk alınan tedbir, esirlerin fidye vererek geri dönebileceklerine dair çıkarılan fermandır. Ancak bu nüfus yetmeyeceğinden, Asya ve Avrupa kıta’larındaki Osmanlılar’dan nakiller yapılmağa başlanır. Bizanslı tarihçi Kritovulos, 1463 yâni fetihten on yıl sonra, “Sırbistan’da Pâdişah hazretleri şehrin sekenesini, yâni bilcümle ricâl, nisvân ve sübyânı toplayarak, bunları üç kısma tefrik ile  bir kısmını İstanbul’a nakletti” derken, Evliyâ Çelebi de:
“Rumeli’den gelen Üsküp halkını Üsküp Mahallesi’ne, Yenişehir halkını Yenimahalle’ye, Mora’dan gelen Rumları Fener Kapısı’na, Selânik Yahudileri’nden elli cemâati Tekfur Sarayı’na ve Şuhut (Çıfıt) Kapısı cânibine, Anadolu’dan gelen Aksaraylılar’ı Aksaray semtine, Akkâ, Gazze ve Remle’den gelen Arapları Tahtakale’ye (Tahte’l-kale=kalealtı), Balat şehrinden gelen Kıptîleri Balat Mahallesi’ne, Arnavutları Silivrikapı’ya, Saferad Yahudileri’ni Hasköy’e, Anadolu etrâkini (Türklerini) Üsküdar’a, Tokat ve Sıvas Ermenileri’ni Samatya Sulumanastır civârına, Manisalıları Mâcuncu Mahallesi’ne, Eğirdir ve Emekdereli’leri İğrikapı’ya, Bursalılar’ı Eyüpsultan’a, Karamanlılar’ı Büyük Karaman’a, Konyalılar’ı Küçük Karaman’a, Tire’lileri Vefa’ya, Çarşamba Ovası halkını Çarşamba semtine, Kastamonu halkını Kazancı semtine, İzmirliler’i Küçük Galata’ya, Sinop ve Samsun ahâlisini de Tophane’ye getirdiler…” demektedir.
Nurettin Vasfi Kebecioğlu, “1461’de Fâtih Sultan Mehmed Trabzon’u fethettiği zaman bu şehirdeki Rumların zâdegân sınıfını ve ilerigelen halkını Galata’da iskân ettirdi. 1475’de Gedik Ahmet Paşa Kırım’ı İstanbul’a ilhak ettiği sırada onbin Müslüman ve kırkbin Ermeni’yi Edirnekapı’yla Balat arasına yerleştirdi, diğer bir kısmını da hâlen kendi adıyla anılan Gedikpaşa’ya iskân etti. 1495 yılında Çaldıran Seferi’nden dönen Yavuz Sultan Selim, İran ve Azerbeycan’dan yüzlerce âlim, san’atkâr ve münevver Türk-İslâm’ı getirdi. 1520 yılında Sırbistan’ı feth eden Kānûnî Sultan Süleyman da Belgrad ahâlisini İstanbul’a nakledip kısmen Yedikule ve Topkapı arasındaki sahada Belgrad denilen yere yerleştirdi” diye yazmaktadır.
Benim çocukluğumda, yâni İstanbul’a büyük göç başlamadan evvel, herhangi bir kişi oturduğu semti söylediğinde onun Arap, Arnavut, Konyalı, Kastamonulu veya Karadenizli olduğunu hemen anlardık. Samatya’da ve Kumkapı’da Ermeniler, Balat çevresinde Yahudiler, Pangaltı, Kurtuluş ve Arnavutköy’de Rumlar çoğunluktu. Bugün de araştırıp ilgilinirseniz, semtini terketmeyip hâlâ bu mahalle-lerde oturan ailelere ender de olsa rastlarsınız. Bütün bu insanlar değişik meslekleri paylaşmışlardı. Bağ-bahçecilik, sütçülük, yoğurtçuluk  Arnavutlar’ın, leblebicilik, şekercilik Kastamonulular’ın, hamamcılık, tellâklık Sivaslılar’ın, kasap ve kahvehâne işleri Erzincanlılar’ın meslekleriydi. Lokan-tacılık ve meyhaneciliği en iyi Rumlar yapar, Ermeniler el san’atlarındaki ustalıklarıyla tanınırlardı. Alım-satım, eski-cilik ve ticaret işlerinde ekseriyet Yahudiler’in elindeydi.
Üçüncü Selim zamanında nüfus dörtyüzkırk bine çıkmış ve Tanzimat’tan sonra şehir surları hâricine, Boğaziçi’ne, Anadolu ve Rumeli hat boylarına yayılarak beşyüzbine yükselmiştir. Rus ve Balkan savaşlarından sonra üçyüzbine yakın nüfus daha gelip İstanbul’a yerleşmiştir. Bütün bu rakamlara rağmen nüfus hiçbir zaman bir milyonu aşmamıştır. Yukarıda anlatıldığı gibi çeşitli yerlerden gelip İstanbulluluk kültürünü oluşturmuş insanlar hiç problemsiz geçinmişler, geleneklerini birbirlerine aktarmışlar, kimse kimsenin hayat tarzına, dînine,  örfüne-âdetine müdâhale etmemiştir.
Özdemir Kaptan (Arkan) “Beyoğlu, Kısa Geçmişi” adlı kitabında  Sultan İkinci Mahmud’un:
“Ben müslümanları câmide, hıristiyanları kilisede, yahudileri de havrada görmek isterim. Tapınakları dışında hepsi benim uyruklarımdır..” 
dediğini yazar. Ne sünnî ne de alevî diye bir ayırım yoktur! Herkes eşittir. Osmanlı Devleti’nin hızla  büyümesinin ve bir cihan devleti olmasının sırrı buradadır. Bugün Amerika Birleşik Devletleri’nin dünyadaki yeri, Osmanlı yönetim tarzından aldığı örnekler sayesindedir.
İstanbul Türk olduğu andan itibaren, bir yandan şehrin imârıyla, bir yandan nüfusun yerleşimiyle uğraşılmış, öte yandan, saraylar, câmiler, bahçeler ve çeşmelerle şehir süslenmiştir. Fâtih, Bayezid, Kānûnî dönemlerinde yapılan muhteşem eserler Târihî Yarımada’nın yedi tepesine birer taç gibi kondurulmuş, Türkler’in kabiliyet ve zevkini gösteren o yapılar, hakkında hâlâ “barbarlık” iftiraları türetilen bir  soylu milletin kültür ve medeniyet göstergeleri olarak insanlık tarihine hediye edilmiştir.
                                                * * *





No comments:

Post a Comment