SEMTİN DELİLERİ

Semt, şehir surlarına dayanmış ufak bir alan ve nüfus yoğunluğu olmayan, daha çok fakir halkın oturduğu bir yer oluşu sebebiyle herkes birbirini tanırdı. Bu semtten ayrılabilmek, ancak Millî Piyango’dan para çıktığı veya zengin bir akrabâdan miras kaldığı taktirde gerçekleşebilirdi. Herkes bu yaşantıdan memnundu. İçiçe kaynaşmış, yaşam tarzları birbirinin aynı, bir çoğu da akrabâ veya hemşehriydi. Zaten böyle olması da bir mecburiyetti. Telefon ancak semt postanesinde vardı. Uzak semtlerde oturan akrabalarla görüşmek üzere gidip gelme ancak umûmî araçlarla yapılabileceğinden, hem masraflı, hem de otobüs, tramvay, vapur beklerken harcanan zaman yüzünden zordu. Ender de olsa başka bir yere taşınan komşunun durumunu haber alır almaz, ilk tercih bizim çevremizdeki eş-dost, akrabâ ve hemşehrilerdi. Böylece aramıza yabancı sokmuyorduk. Ev sahibinden onay alır almaz hemen yakınlarımız adına evi tutardık. Bu mal sahibinin de işine geliyordu, çünkü kefil olarak bizi tanıyordu. Bizler, emin olduğu kimselerdik.
Bu semtlerin câmi çevrelerinde dilenen fakirlerin câmi avlusunda oturdukları yerler bellidir. Bunlar gibi, her semtin muhakkak birkaç delisi vardır. Bir çırpıda hatırlayabildiğim Deli Cemil, Ördek, Kör Ali, Dilsiz Ahmet bunlardan birkaçıydı.
Kör Ali bizlerden yaşça ufaktı. Câmi avlusunda durur, gelip-geçene el açar, namaz vakitleri de girer namazını kılardı. Biraz büyüyünce, dinleyerek öğrendiği sûreleri okuyup cenâze sahiplerinin verdiği parayla geçinmeğe başladı. Sesi fena değildi, hattâ  câminin gayrıresmî müezzinlerinden sayılır olmuştu. Gözleri görmediği hâlde Allah vergisi sezişiyle herkesi sesinden tanır, ismiyle seslenirdi. Hâfızlığı  birkaç sûreden ileri gitmemişti ama, Hâfız Ali diye ismi takılmıştı. Kimse ona “Kör Ali” demezdi. Az para verenlere suratını asarsa da sürümden kazanırdı. Zîra dükkânı iyi yerde, câmi avlusundaydı! Öğlen olmasa ikindide mutlak bir cenâze olurdu. Dolayısiyle Hâfız’ın kazancı yerindeydi. En çok parayı Ramazan ayında ve bayram sabahlarında toplardı.
Ali’nin, kazancını harcıyacağı yer yoktu. Ayrıca kendisini doyuran bir hayırsever muhakkak çıkardı. Zamanla onun çevresinde de sömürgen bir arkadaş grubu oluştu. Ali onlara uyup Samatya’nın kuytu meyhanelerine dadandı. Dediklerine göre iyi içki içiyor, herkese ısmarlıyor, sarhoş da olmuyormuş. Bunun sırrını soranlara da, “gözüm görmüyor ki başım dönsün!..” diyormuş.
Beraber olduğu kötü arkadaşları, câmiden sık sık uzaklaşması, belki de üstüne sinen içki kokusu sebebiyle durumu erken farkeden yaşlılar Ali’ye sahip çıkıp onu bu yoldan caydırdılar. Başka türlü olmasına da imkân yoktu, çünkü tezgâhı, ekmek teknesi kapanır  Ali de biterdi...
Deli Cemil'in câmiyle ilişkisi yoktu. O sokak sokak dolaşır, verilen ekmek ve yiyecekleri yer, kimseyle konuşmaz, herkesten kaçardı (bu semtte kimler yaşamış, ne faydalı işler yapmıştır kimbilir. Şimdi onları kimse tanımıyor ama, Deli Cemil benim kitabımda yer alıp anılıyor,  işte buna da “kısmet” diyorlar!). Yaz-kış yalınayak dolaşırdı. Giyeceklerini nereden bulduğu, kimin ona yanaşıp verdiği bilinmez, sırtında hep lîme lîme bir giysi olurdu. İstanbul’un o yıllar çok soğuk geçen kışlarında hiç hastalanmaz, kar üzerinde çıplak ayakla yürür, sobalı evin penceresinden onu görenler ürperirlerdi.
Çocuklardan çok çekinir, hele kalabalıklarsa yolunu değiştirirdi. Haksız da değildi hani. Onun yanından geçerken hiç ses etmeyen çocuklar, beş-on adım geçince hep bir ağızdan onu kızdırmağa, kaçtıkça peşinden gitmeğe başlarlardı. Söylenenleri belki anlamıyordu ama, bir sürü çocuğun tekerleme hâlinde âdetâ zafer çığlıkları atarak bağırmaları zavallıyı rahatsız ediyordu. Bu sözlerde bir mânâ da yoktu.
-“Cemil bey lup bey / Bayılsana bey / Yaş incir dalına Cemil konarmış!..”
O “bey” lâfı da ne oluyordu kimse bilmiyor. Bağırtılar başlayıp çocuklardan kurtuluş olmadığını anladığı zaman bir yeri siper edinir, hani “deli kuvveti” derler ya, işte öyle bir kuvvetle koca koca taşları fırlatmağa başlar. İşte o an iyice zıvanadan çıkmış demekti ki, o taşın bir teki Allah korusun birimize değse olduğumuz yerde kalırdık. Bu safhada, gelip geçen yaşlılar müdâhale edip çocukları kovarlardı. Yanından uslu uslu geçen kimseye saldırmazdı. Deli Cemil sanki, çevrede yatan Elekli Dede’nin dirilmişiydi. Kimin nesiydi, nereden gelmişti kimse bilmezdi.
Kalede yattığı bir kovukta çok soğuk bir kış günü Cemil’i donmuş buldular...
Câmi avlusunu geçim kapısı yapanlardan biri de Ördek’ti. Asıl adı belli değildi. Çarpık bacakları sebebiyle iki tarafa sallanarak yürümesinden dolayı ona bu isim verilmişti. Başında yeşil bir takkeyle dolaşıp dururdu. Dokunulmazsa kimseye dalaşmazdı ama, bir grup vardı ki eğlenceleri onu kızdırıp seyretmekti. Ona da bir tekerleme uydurmuşlardı. Birşey vereceklermiş gibi yanlarına çağırıp evvelâ hatır sorarlar, bugün kaç para kazandığını öğrenip ondan çay ısmarlamasını veya borç vermesini isterler. Kimseye beş kuruş vermediğini bildikleri hâlde sırf kızdırma zemini hazırlamak için, “bu parayı nereye götüreceksin? Sen öl, biz senin helvanı yiyelim!..” derlerdi. Bunu da makamlı bir tekerleme olarak hep bir ağızdan, peşinden giderek söylerlerdi: “Aman Ördekçiğim / Lokmanı yiyim!..”.
Ördeğin câmi avlusunda görevi, musallâ taşına konan cenâzenin başında ellerini bağlayıp beklemekti. Yaptığı işte çok ciddiydi. O anlarda kimseye bakmaz, öylece beklerdi. Hattâ bu ulvî görev esnasında ne yaparlarsa yapsınlar, kimseyi duymaz, görmezdi. Cenâze namazından sonra ölü yakınlarının çevresinde dolaşır, tabutun ucundan tutar, hizmetinin karşılığını alırdı. Bıçkınlardan biri onu takip eder, tam parayı alacağı esnada “ona para vermeyin!” dediği an kıyamet kopar, yer yerinden oynardı. Ördek çıldırır, bunu söyleyeni taşla-sopayla kovalardı...
Bir de Dilsiz Ahmet vardı. İlkokulda merdiven trabzanından kayarken başının üzerine düşmüş, konuşma yeteneğini kaybetmişti. Yakın zamana kadar duraklarda rastlardım. Elindeki kutuya koyduğu şekerleri satarak geçinirdi. Para hesabını çok iyi bilir, alacağını alıp üzerini verirdi. Eğer para verip de şeker almak istemeyen olursa, şekeri zorla ceplerine sokana kadar yanlarından ayrılmazdı.
Çayırda gecekondular yapılmadan evvel top oynadığımız düzlüğün sonunda bir tepe vardı. Bayağı yüksek bir yerdi. Oyun oynarken bu tepe bize Everest gibi gelir, çıkıp-inme yarışları tertiplerdik. Kimsenin akıl edip gecekondu kurmadığı bu tepede bir sabah kalkıp o barakayı görünce çok şaşırdık. Kimdi bu deli?.. Derebeyi şatosu gibi yüksek bu yere ne su taşınır, ne kanalizasyon olur, ne de vasıta çıkardı. Bunu yapan mutlaka deli olmalıydı.
Haklı olduğumuz sonradan anlaşıldı. Dört çocuk sahibi olan adamcağız artık bizden biriydi ama, gözümüz hep üzerindeydi. Kim olduğunu araştırıp durduk. İri yarı kimseyle konuşmayan ve ismini hâlâ bilemediğim bu kişi için birgün Bakırköy’den bir deli arabası geldi. Herkes merak içinde bakarken, araba evin bulunduğu tepeye yanaştı. İçinden çıkan beyaz gömlekli hastabakıcılar tepeye tırmanıp adamcağızı karga tulumba arabaya koydular. Sonradan olayı çocuklarından öğrendik. Babaları, bahçede yaktığı ateşin üzerine koyduğu kazana çevrede bulduğu kedileri canlı olarak atıyor, kazanın çevresinde dolanarak vahşi dansları yapıyormuş ve bu olay ilk değilmiş. Hemen hastaneye telefon edip ambulans istemişler. Kendilerinin mâni olma imkânı yokmuş. Oğulları aklı başında olup iyi okudular. Adam bir süre sonra hastaneden çıktı. Onu gördüğümüzde köşe bucak kaçar, sokaklarda beslediğimiz kedilere göz kulak olur, o geçerken hayvancıkları saklardık.
Gecekonduların birinde patlak gözlü bir adam otururdu. Deli filan değildi ama bu aileye çok kızıyorduk. Onunla o kadar çok uğraştık ki hani adamcağız neredeyse deliler arasına girecekti. Bu düşmanlığımıza sebep, Çayır’da gecekondulardan kalan ve oyun oynadığımız tek parça arsada bahçe duvarını genişletmesiydi. Zaten arsaya bedâvadan konmuş, ama yeterli görmemiş, daha da büyütmek hırsı yüzünden düşmanlığımızı kazanmıştı. Onu durdurmak için hep beraber çare aramağa başladık. İlk önce, adamcağıza hakaret olsun diye “Kurbağa Amca” demeğe başladık. Sonra da kazdığı çukurları doldurmağa, diktiği ağaçları sökmeğe, hudutlarını belirtmek için çaktığı kazıkları-telleri koparmağa başladık. O çakıyor, biz gizlice söküyorduk. Gündüz nöbet tutmağa başlayınca, ışıkları sönene kadar bekliyor, gece söküm işlemine başlıyorduk. İş bitince de, yaptıklarımızı görsün diye uzaktan kiremitlerinin üzerine taş atıyor adamı uyutmuyorduk.
Dayanamayıp karakola şikâyete gittiğinde bizler dağılıp evlere saklanıyorduk. Yakaladığı kimse yoktu ki isim verip şikâyet etsin! Karakoldan ümidi kesip evdeki büyüklerimizden ricaya gelmeğe başlayaınca savaşı başka alanlara kaydırdık. Çocuğu sokağa çıkamaz oldu, bahçesinde hapisteydi. Yakaladığımız yerde dövüyorduk. Bakkala gidemez olmuştu. Bu son hareket çok etkili oldu. Devletin yapamadığını biz yapmış, arsanın istilâsını önlemiştik. Adam sonunda pes etti. Çocuğuna dokunmamamızı isteyip beyaz bayrağı açtı. Oyun alanımıza kavuşmuştuk. Bizim bu mücâdelemizle bu küçük alan, zaferimizin nişânesi olarak işgâl edilmeden hâlâ durmaktadır ve Çayır’dan kalan da sadece burasıdır...

No comments:

Post a Comment