Sunuş

Erzurum’un Oltu İlçesi kökenli ailemiz, müftülük yapan dedelerimden biri dolayısiyle Müftüzâdeler sanıyla tanınır. Babamın anlattığına göre savaştan aç-bîilâç dönen asker-lerimize ekmek somunlarını elleriyle koparıp dağıtan bir büyüğümüze bölük kumandanı bir gün “..hey!..Somun kıran!..” diye seslenince ailemiz böyle anılmağa başlanmış, kanun çıktıktan sonra da soyadımız  Somunkıran olmuş.
Kendisini tanıyamadığım dedem Murat ve babam Rauf beyler Elazığ’ın Palu ilçesinde muallimlik yapmışlar. 1925 yılında patlayan Şeyh Sait İsyânı’na kadar babamın bu görevleri devam etmiş. Âsilerce işgâl edilen Palu’da ihtilâli hazırlayanların bir toplantısına dedemi de zorla çağırmışlar. Orada; “Şeyh’in çok güçlü olduğu, ihtilâli başaracakları, Şeyh takkesini masaya ters koyduğunda takkenin içinden binlerce yeşil bayraklı askerin çıktığı, bunun Cumhuriyet Hükûmeti’nin sonuna işaret olduğu, herkesin burada kurulan yeni yönetime itaat etmesi lâzımgeldiği, kendilerine yeni bir yönetici tâyin edildiği...” bildirilerek toplantıya son verilmiş. Bu cehâleti de, tâyin edilen yöneticinin kişiliksizliğini de içine sindiremeyen dedem, toplantının yapıldığı yerden çıktığında, yapının beyaz badanalı dış duvarına bir kömür parçasıyle şöyle yazmış:
     “Gasb ü sirkatle şerîat!.. Nerde var böyle makam?
Ey, sefih şeyh-i kerâmet! Merkep olmaz kaymakam!
Nerde sâfî, nerde sôfî, nerde şeyh ile imam?..
Bir Muhammed, bir de Kur’ân bize bürhândır tamam.
(Gasb ve hırsızlıkla doğru yol!.. Böyle makam nerede vardır? Kendini kerâmet sahibi sanan eğlence düşkünü Şeyh, (seçtiğin) eşekten kaymakam olmaz! Nerede saf ve gerçek dindarlar, nerede bu şeyh ve imamı? Bize delil olarak Peygamberimiz ve Kur’ân yeter.)
Babamın anlattıklarına göre, bu şiirden sonra dedemin evi de eşyaları da târumâr edilmiş. İlçe halkı tarafından çok sevilen dedem öldürülmek üzere evden alınıp götürülmüşse de, birkaç kişinin araya girmesiyle son anda kurtulmuş, ancak buralardan ayrılma gereği de anlaşılmış. Bir süre sonra vefat eden dedemin arkasından babam ve kardeşleri önce Diyarbakır’a, daha sonra da binbir zorluk ve yoksulluk içinde İstanbul’a göç etmişler.
Anne tarafıma gelince; Atatürk’ün maiyyetinde subay olan dedem Hasan Hüseyin (Diktaş), Selânik’ten görevli olarak ailesiyle birlikte Bingazi’ye gitmiş. Dayım ve teyzem orada dünyaya gelmişler. Osmanlı’nın İtalyanlar’la yaptığı savaşta çadırlarda yaşayıp aç-susuz kalmışlar. Cepheye o kadar yakınmışlar ki, gündüz savaşanlar akşam üzeri anlaşma gereği ölülerini toplar, açılan çukurlara atarlarmış. Geceleri çadırlara gelen sesler üzerine çukurlara giderler, ölmemiş yaralılar olduğunu görünce onları oradan çıkarırlarmış. Annem, savaşa devam edemeyeceklerini anlayıp dönecekleri zaman, korumağa gittikleri Arapların, oraları istilâya gelen İtalyanlarla beraber olup geri çekilen Türkler’i kovaladık-larını anlatırdı.
Arapların bu ihânetini, olayı bizzat yaşayan annemden dinledim. Hiçbir milletin gösteremeyeceği bir fedâkârlığa karşı bizlere bunlar yapılmış, üstelik “istilâcı, barbar” gibi sıfatlarla anılmışızdır. Mısır, Bingāzî ve Yemen’de, Suriye’de, Suûdî Arabistan’da, Irak’ta, Kanal Harekâtı’nda yüzbinlerce Türk evlâdı İslâm’ın bayrağını ayakta tutmak için savaşırlarken sözde müslümanların kalleşliğiyle canlarından olmuşlardır. Fâlih Rıfkı Atay’ın Zeytindağı’nda bu tabloları okumakla kalmaz, dehşet ve ibret içinde âdetâ yaşarız. Orada anılan Mehmet’ler daha sonra Çanakkale, Sakarya ve Dumlupınar’da, son Haçlı Orduları’na karşı mübârek bedenlerini siper ederek gerçek inancın âbidevî temsilcisi olmuşlardır. 
Babamın Palu’da annemin Bingāzî’de çektiklerini, keşke onları dinlediğim zamanlar yazabilseymişim. İstiklâl Savaşımız’da ve Cumhuriyetimiz’in kurulmasına kadar neler yaşandığını, bugünün kıymetinin neden çok iyi bilinmesi gerektiğini, olayları birinci ağızlardan dinlediğim yaşlardaki hâfıza gücümle anlatabilseydim keşke...
Türk’ün sırtından hançerlenmesi ya İtalyan kışkırtma-sıyla Araplar’ın, ya İngiliz kışkırtmasıyla Yunanistan ve Türkiye Rumları’nın, ya da Ermeni ve diğer unsurların kışkırtmasıyla Kürtler’in eliyledir.
Şimdi, bırakın bizi tanımayan milletleri, içimizde güyâ “bizden” olan birçok aymaz kişinin, o savaşlara katılmış mübârek insanlara dünya barışının neler borçlu olduğunu anlamak niyetleri yoktur.
Biri doğudan biri batıdan gelen annem Sâdiye Hanım ve babam Rauf Bey 1930 İstanbulu’nda hayatlarını birleştir-mişler. Şâirin, “Mâderle peder olup bahâne/ Sevketti kader beni cihâne” dediği gibi bendeniz 1933’de “İstanbullu” olarak dünyaya gelmişim. Üstüne basa basa “bu şehirli” olduğumu söyleyişim, çok düşünüp karar verdiğiim bir netice dolayısiyledir. İnsanın esas memleketinin “babasının, atasının doğduğu yer” olduğu söylenir. Ama ben İstanbul’dan başka bir yer bilmiyorum! Askerlik hizmetim sırasında Erzurum’u görmüştüm ama, oralarda kimseyi tanımıyorum… Bu arada, İstanbullu olmak için elli, yüz, veya daha çok seneler önce burada doğmuş olmanın yetmeyeceğini de anlamış bulunuyorum.
“Kimdir İstanbullu?” diye sorduğumda, karşılık olarak “Rumlar, Ermeniler”, hattâ “kedi ve köpekler!” gibi cevaplar aldım. Ondan sonra, bu şehirde beşyüz sene evvel doğmanın fazla bir anlam ifade etmediğini, İstanbullu olmak için bu şehri sevmek, burada yaşamış olmak ve burada yaşayan insanları tanımak, bu şehrin terbiyesini edinmek, yolda, evde, sohbette bu şehrin üslûbunca hareket edip ona göre davranmak; meselâ dürüst olmak, temiz olmak, saygılı olmak, insanları sevmek gerektiğini anladım.
Beni buralı yapan, İstanbul’u İstanbul’da gere-ğince yaşamış güzel insanları tanıyıp onları anlayabilme bahtiyarlığımdır. Binalar, yollar, çevre, elbet zamana uyacak, değişecektir, buna kimse mâni olamaz. Ama, hepsi güleryüzlü ve görmüş-geçirmiş, birbirinin doğumuna-ölümüne ve iyi-kötü gününe koşan, bütün insanları din, dil, ırk, zengin/fakir ayırımı yapmaksızın seven, yaratılmışları incitmekten korkan, hakîkî dindar, yabancıya-gariplere eviyle-aşıyla açık olan “İstanbul Efendisi”nin nesli  tüken-memeliydi.
Şimdi “İstanbullu” örneği yokolmak üzeredir ki, bir şehir kültürünün gurûb etmesi, yâni “günbatımı” da böyle olur. Dolayısiyle, yukarıda sadece birazını saymağa çalıştığım özellikleri kısmen taklit ederek bu şehirde yaşamağa çalışmak bile, şimdi İstanbulluluk sayılacaktır.
İstanbul’un dili başkaydı. Yumuşacık, kırmadan, zamanında müdâhale eden, azarlarken okşayan, farkettir-meden öğreten, birşey anlatırken insanları ağzının içine baktırtan, seslenişinde candan, samîmî, riyâsız, yapmacıksız.. Hüznünü bile gülümseyerek dağıtan, insanı kendine çeken, tevâzu’ sahibi; fakîre muhtaç olana, hissettirmeden, onu incitmeden yardım eden, zengine karşı tokgözlü, bulduğuna şükreden, her zaman hürmete lâyık insanlardı İstanbullular. İnsanlara seslenişlerinde, efendim, efendimiz, bendeniz, zatıâliniz, beyefendi, hanımefendi, bey oğlum, paşa çocuğum, hanım kızım, yavrum, evlâdım” gibi okşayıcı kelimeler kullanırlar; yakınlarını, “bey, hâtun, efendi, vâlide hanım, hemşîre hanım, birâder bey, hanımanne; yakın dostlara “âhiretlik, cicibaba, sütanne, sütbaba,” gibi sıfatlarla anarlardı.
1935 yılında İstanbul’da yaşayan nüfusun 793. 749 kişi olduğu ve bunun yüzde yirmisinin yirmi yaşın altında bulunduğu düşünülürse, kalanlar 85-90 yaş civarında olmalıdır. Vefat edenleri ve başka yere göçenleri düştükten sonra, yaşayan ve muhtelif semtlere dağılmış İstanbulluları şu an yirmi-otuzbin kişi tahmin edebiliriz. Keşke bu insanların hepsiyle görüşüp, onların anlattıklarını gelecek nesillere ve İstanbulluluk adaylarına aktarabilsek. Veya keşke onlar bildiklerini kâğıda dökebilseler. Ama ne yazık ki insanlar yazmıyor, her nesil ömrünü doldurup doldurup gidiyor ve bir süre sonra, dinleyebileceğiniz kimse kalmıyor…
Bizler, büyüklerin anlattıklarının çoğunu unuttuk. Pek az kısmını hatırlıyoruz. Onları da anlatabilecek kimselerimiz yok! Çocuklarımızla beraberliğimiz o kadar azaldı ki, sürelerimiz hatır sormayla sınırlı. Televizyondaki bir dizi ya da bir maç bile, onlarla konuşmamıza engel oluyor. Artık birliktelikleri kullanamadığımıza göre, bâri bildiklerimi yazayım deddim. Bugünün gençleri yaşlandıklarında birşeyleri merak ederler, belki ellerine de bu kitap geçer ve birşeyler öğrenirler dedim. Babam’la annem artık yoklar. 1900’den 1930’lara uzanan yıllar nasıldı?... İnsanlar nasıl yaşadılar, yaşadıkları devirlerde neler oldu, komşuları kimlerdi, ne yerler ne içerlerdi, nasıl eğlenirlerdi?... Ne yazık ki o bilgiler onlarla birlikte yokoldu gitti.
Çok güzel yaşadığıma inandığım 1930-1960 arası yılların İstanbulunu, çocukluk ve gençliğimin geçtiği, hani Yahya Kemâl Bey’in “Tâ fetihten beri mü’mîn, mütevekkil ve yoksul” diye tarif ettiği Kocamustafapaşa semtini; onun tarihe dayalı bir sokağını, Evliyâ Çelebi ile Ermeni tarihçi Eremya Çelebi Kömürcüyan’ın da sözünü ettikleri Ağaçayırı’nı, komşula-rımızı, arkadaşlarımızı, oyun ve eğlencelerimizi, semtin delilerini, ünlülerini, üzüntü ve sevinçlerimizi anlatmağa çalışacağım bu kitapta...
İnsan, elindeki hazineleri kaybettikten sonra onların değerini anlıyor. Oralarda otururken böyle bir aşk yoktu bende. Ama şimdi o semte her gittiğimde, neleri görme-diğimi farkediyor ve üzülüyorum. Hâlen aynı yerde oturan arkadaş, dost ve komşularımın,  ayrıca semtin yeni sâkin-lerinin umursamazlıkları beni üzüyor. Onlar, aradığım o eski evlere, ağaçlara, sokaklara o kadar ilgisizler ki…
Bir zamanlar “Kuru ekmekle bayat peyniri lezzetle yiyen, / Çeşmeden her su içerken şükür Allah'a diyen,… / Serviliklerde sükûn, yolda sükûn, evde sükûn” içindeki o insanları tanımayan şimdikiler kendi problemleriyle öylesine meşgûller ki, hergün değişen çevreyi farketmiyorlar bile...
Kitabın Bu Şehir bölümünde İstanbul’un kuruluşuyla iligili hikâyeler özetlenmiştir. Sonra, yaşadığım dönemler-deki vasıtalar, kıyafetler, okullar, çocukken oynadığımız oyunları anlatmağa çalıştım. İkinci bölüm olan  Şu Semt, Koca Mustafa Paşa ve Sünbül Efendi’nin hikâyeleri ve onların adıyla anılan eserlerden bölümler aktarıyor. Üçüncü bölüm olan O İnsanlar, çocukluğumun geçtiği Ağaçayırı ve Paşa’da yaşamış insanların bir kısmının başlarından geçenleri, benim gözlediğim, hepsi de yaşanmış olayları kapsı-yor. Meselâ bu insanlardan Tıflî, tarihe mâl olmuş bir kişiliktir. Hayatları anlatılanların bir kısmı hâlâ yaşıtım insanlar tarafından bilinmekte, bir kısmının resimleri elimde bulunmaktadır.
Bu şehre, gençliğimin semtine ve insanlarına beslediğim sevgiyi aktarmağa yönelik bu kitap, benim için, hatâsıyla-sevâbıyla mukaddes bir hizmet ümidi anlamındadır.
Gayret bizden, yardım Allah’tandır…

No comments:

Post a Comment