NÂSIR BEY (FAKİRLER TABİBİ)

Halk Âdetleri ve İnanmaları adlı kitabında Mehmet Halit Bayrı; “Herhangi bir evde biri hastalanınca, ilk önce müshil vermek hatıra gelir. Hekim çağrılmadan hastanın mutlaka müshil alması lâzımgeleceği kanaati İstanbul’da çok yaygın ve kat’idir. Bundan sonra hastanın hâlinde iyiliğe temâyül görülmediği takdirde hekime başvurulmak mecburiyeti tahakkuk eder. İstanbul ailelerinden bir çoğu için hekim bugün bile “lüks”tür. Kenar ve fakir semtlerde, yatmayıp gezebilen hastaların evlerine hekim çağırmak âdeti yoktur..” demektedir. Bu durum biraz maddî yokluktan, biraz da güvensizliktendi. Ama Nâsır Bey bunların dışında tutulan, ailenin ferdi gibi sayılan, sevilen bir insandı.
İstanbul’dan saymakla bitmeyecek kadar değerli insanlar gelip geçmiş ve onlar o kadar büyük izler bırakmışlardır ki, nereye baksanız onların izlerini bulursunuz. Kimileri câmi, mektep, çeşme, konak, saray, vakıf gibi eserler, kimileri kitaplar, şiirler, minyatürler, tezhibler yaparak halkın gönül evine yerleşmiş, unutulmazlar arasına girmişlerdir. İyilik yapanlar iyilikleriyle, kötülük yapanlarsa lânetle anılır. Ne güzel söylenmiştir şu sözler:
Nâmını hayr ile andırmağa eyle hizmet
Âleme geldiğine bir taşı terketme delîl
Taşı da nakşını da mahveder eyyâm ammâ
Ebedî dâir olur elsinede zikr-i cemîl.
Yâni: İsmini hayırla andırmağa çalış. Bu dünyadan gelip geçtiğine sadece bir taşı delil diye bırakma. Taşı da, üstündeki yazı ve deseni de zaman yokeder, ama; güzel anılmak sonsuza dek dillerde dolaşır.
Halkın gönlüne yerleşmiş olanların yaptıkları iyi işler nesilden nesile anlatılmış, hâtıraları hep tâze kalmıştır. Bunların arasında, yazılmamış olmaları sebebiyle belki unutulanlar da vardır. Bunlardan birini anlatmağa çalışayım.
İstanbul’un Rumeli yakasında, özellikle Eminönü, Eyüp, Yenikapı, Edirnekapı, Silivrikapı, Belgratkapı ve Yedikule’yi içine alan geniş yerleşim sahasında o zamanlar oturanlardan kime sorulsa, Nâsır Bey’i tanırdı. Onu tanımayanların İstanbullu olduğundan şüphe ederim… Çünkü o, fakir babası bir efsâne insandı. Rahmetli’nin bir günde muayene ettiği hasta sayısı, çevre hastanelerinden herhangi birinin dâhiliye poliniklerindeki muayene sayısından fazlaydı. Kapı-sının önü sabahın erken saatlerinde başlayan kuyruklarla dolar-taşardı. Şöhreti bu semtleri aşmıştı, Anadolu’dan ve Trakya’dan çok sayıda hasta gelir sıraya girerdi.
Evi Şehremini’nde, sur dışına çıkmadan sağdaki benzin istasyonunu geçince gene sağdaki caddedeydi. Topkapı tramvaylarının son durağına gelmeden, iki katlı bir evde kiracı olarak otururdu. Çevresinde bulunan eczâhâneyi de herkes onun zannederdi. Bu kadar hastası bol bir insan, malk-mülk sahibi olmamıştı. Şimdiki gibi üç hastaya bakıp köşe dönen doktorlardan değildi o. Hastalarını tahlil, tomografi, röntgen için belirli adreslere gönderip komisyon alanlardan da değildi. Elbet bu durumda para kazanamadı ama, belki onbinlerce hastasının duasını aldı. Cennete ibâdetle gitme hesabı yapan zenginlerin ibret alması gereken bu büyük insanın, sadece insana hizmetin, iyilik ve dürüstlüğün hesaba katılacağı öteki âlemdeki yeri cennettir, emînim.
Eczâhâne başka birine aitti. Bu kadar ucuza muayene yapan bir insanın başka bir kanaldan gelir sağladığını düşünen insanlar, kısa görüşleriyle, o kazancın buradan geldiğini sanırlardı. Ama Nâsır Bey hastasını düşündü-ğünden, ilâç için muhakkak bu eczâhâneyi tavsiye ederdi. Bunun birinci sebebi, kendisi gibi dürüst olan o eczâcının hastayı kandırmıyacağını bilmesiydi. İkincisi; ilâç parası olmayan fakir hastalardan kendisi de para almadığı gibi, reçeteye koyduğu işaretle, eczâhânenin de para almamasını sağlamaktı. İşareti gören eczâcı reçeteyi parasız yapar, hastaya verirdi. Parayı sonradan Nâsır Bey’den alır mıydı, yoksa o da mı sîneye çekerdi orasını bilemiyorum. Ama, sıkıntı içindeki hastalar daha oradan ayrılırken mânen iyileşirler ve doktora olan güvenleri büyürdü. Kimse muhtardan fakir ilmuhaberi getirmezdi. Nâsır Bey onlarla konuşur, durumlarını anlar ve elinden gelen yardımı yapardı.
Allah vergisi, teşhisi çok kuvvetliydi. Bu biraz tecrübeden, biraz da işini çok sevip hastaya sevecen yaklaşmasından kaynaklanıyordu. Hani insanlara bâzı dönemlerde musallat olan âfetlerde ortaya çıkan fedâkâr doktor ve hemşireler gibi, Nâsır Bey de sanki bu dönem için gönderilmiş, fakirler kurtarıcısı bir çeşit “Lokman Hekim”di.
O da diğer doktorlar gibi Tıbbiye’de okumuştu ama, veremin kol gezdiği, teşhis ve tedâvinin en zor olduğu dönemlerde Nâsır Bey, bu semtlerde oturan fakirlerin tabibiydi. Nâsır Bey’i herkes birbirine tavsiye eder, kimse ondan başka doktora gitmez, başka doktora itimat edilmezdi. Nâsır Bey inanılmaz bir hâfızayla, o kadar insanın içinde ikinci defa gelen hastasını tanır, ilâçların işe yarayıp yaramadığını sorar, herhangi bir iyileşme yoksa, tekrar muayene parası almazdı.
O yüzdendir ki herkes birbirine Nâsır Bey’i tavsiye eder, hâlâ tanımayan varsa tanıtırlardı:
-Neyin var kardeş? Rengin pek solgun…
-Sorma onbeş gündür çekiyorum. Sırtıma doğru bir ağrı saplanıyor, nefesim kesiliyor, dayanılır gibi değil...
-Peki, kimseye gösterip araştırmadın mı?..
-Gitmez olur muyum?.. İki kere Cerrahpaşa’ya, bir kere de Nişantaşı’nda muayenehânesi olan bir profesöre gittim, hepsi ayrı şeyler söyleyip ayrı ilâçlar verdiler, tahliller yaptırdılar. Hepsinin teşhisi değişik. Hangisinin verdiği ilâcı alacağımı şaşırdım. Ağrılarım devam ediyor, dünyam zından oldu…
-Yanlış yerde şifâ arıyorsun. Sen hiç Nâsır Bey’in adını duymadın mı?.. Senin yüzüne bakıp elini tutarak konuştuktan sonra teşhisini koyacaktır...
-Koskoca hastânede her türlü imkân varken teşhis konamıyor, sen elini tutarak derdinin devâsını söyleyecek diyorsun, olur mu bu?..
-Anladım ki onu hakikaten duymamışsın, sana yol gösteren de çıkmamış. Sen gidip ona görün...
Evet, o gerçekten de çağının Lokman Hekim’iydi.
Nâsır Bey’in hiç çocuğu olmadı. Uzun boylu, çenesinde sakalı olan, dâima papyon takan, herkesin sevgilisi bir insandı. Bunları yazmakla, bir vefâ borcunu ödemiş kimsenin rahatlığını hissediyorum. Mekânı Cennet olsun…

No comments:

Post a Comment